Türkiye onu 2002 seçimleri öncesi yeni kurulan AKP’nin harika çocuğu olarak tanıdı. Gerçekten de Ankara Kolejini birincilikle bitirmiş, ODTÜ’de Endüstri mühendisliğinden de bölüm birincisi olarak mezun olmuştu. Sonrasında Fulbright bursuyla A.B.D’ne giderek Northwestern Üniversitesi Kellogg school’da İşletme dalında yüksek lisansını tamamlamış, bir süre A.B.D’de önemli danışmanlık firmalarında çalışmıştır. Bir bakıma meslektaş sayılırız.
Onu Türk siyasetine kazandıran isim ise 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’dür. Kuruluşunda AKP “Milli Görüş gömleğimizi çıkardık” söylemiyle, 28 Şubatın yanlışları ve 2001 krizi nedeniyle yıpranan parlamento içindeki partilerin zafiyetinden de yararlanarak DYP ve MHP’nin de baraj altında kalmasıyla tek başına iktidarı kazanmıştır. AKP’ni bu başarısında elbette Köksal Toptan ve Mehmet Dülger gibi AP-DYP çizgisinin sembol isimleri ile Ertuğrul Günay gibi sosyal demokratların ve birçok merkez sağ ve sosyal demokrat ismin aday listelerinde bulunmasının yanı sıra Ali Babacan gibi yıpranmamış, yeni ve parlak isimlerin bulunması da etken olmuştur.
AKP 2007 seçimlerine kadar gerçekten de milli görüş gömleğini çıkarmış, muhafazakar demokrat kimliğiyle ve ekonomi politikalarıyla tam bir merkez sağ iktidarı gibi davranmış, bunda da başarılı olmuştur. Ali Babacan’ın ekonomi bakanı olarak parlaması ve özellikle iç ve dış iş çevrelerine güven vermesi de bu döneme rastlar. Babacan’ın başarısının ardında yatan bir başka etken ise komplekse kapılmadan 2001 krizi sonrasında Dünya Bankasının önerileri ile Kemal Derviş’in uygulamaya koyduğu ekonomik programa sırt çevirmemesi ve aynen tatbik etmesidir.
Kendisiyle ilk tanışmam TOBB’nin ev sahipliğinde, organizasyonunu bizzat üstlendiğim 3-5 Ocak 2003 tarihlerindeki birinci Kızılcahamam Yatırım Konferansı vesilesi iledir. O gün ekonomiyi bilen, dinamiklerini iyi tanıyan, özel sektör işbirliğine açık, yabancı sermayeye önem veren, paylaşımcı, dinlemesini bilen, mütevazı çok fazla alışık olmadığımız bir siyasetçi modeli çizmişti. Dünya Bankası önerisi ile Ecevit hükümeti döneminde yürürlüğe sokulan Yatırım Ortamını İyileştirme Programına sahip çıkmış dahası koalisyon hükümetinde başbakanlık müsteşarınca yürütülen YOİKK başkanlığını da kendi uhdesine alarak programın arkasına siyasi desteği de koymuştur. O gün orada Babacan ve ekibiyle birlikte iktisadi anlamda bir devrime imza attık. Çok değil, daha 1954 yılına kadar, bakanlar kurulu kararı ve cumhurbaşkanı imzasına tabi olan şirket kuruluşu işlemlerinin Türkiye’nin en ücra köşesinde bile var olan ticaret odaları bünyesindeki ticaret sicil memurlarına bırakılmasına orada karar verildi. Babacan’ın cesur, kararlı, yenilikçi ve reformcu yapısı kısa sürede bir dizi yeni nesil ekonomik reformların yapılmasına neden oldu ve yatırım ikliminde önemli ilerlemeler kaydedildi. Sayın Babacan’ın en önemli özelliklerinden biri de ekonomi bürokrasisinde liyakat ve ehliyete önem vermesiydi.
Ne yazık ki; 2007’den başlayarak AKP iktidarı başlangıçta çizdiği olumlu imajından uzaklaştı. FETÖ ile işbirliği arttı, devlet kadrolarında liyakat ve ehliyetin yerini malum cemaat mensupluğu aldı. Hele mezardakilerin bile oy kullanmalarının emredildiği anayasa oylamasından sonra Türkiye’de maalesef yargının siyasallaşması hatta örgüt yapılanmalarının eline geçmesi önlenemedi. Sayın Babacan bütün bu olumsuzluklara rağmen kendi sorumluluk alanında direnmeyi başardı ama sonunda o da pes etti. Olumsuzluklara karşı sessiz ve eylemsiz kaldı. Hatta kendi müsteşarının atanmasının aylarca onaylanmaması karşısında dahi net tavır alamadı. Merkez bankası politikalarına müdahalede sesi cılız kaldı. Bugün eleştirdiği ne kadar konu varsa zamanında onlar icraata konulurken sessiz kalmasaydı, bugünkü tavrını o gün koyabilme cesaretini gösterseydi belki daha fazla güvene mazhar olabilirdi.
Geçen gün İsmail Küçükkaya’nın programında Babacan’ı izlerken, birçok konuda hak verdim. Ancak o değindiği çok önemli meseleler birer, birer icraata sokulurken acaba kendisi tapu müdürü müydü, diye sormadan da edemedim.
Sayın Babacan partisini tanımlarken, liberal demokrat, muhafazakar demokrat bir imaj çizdi. Din ve vicdan hürriyeti, ifade ve söz hürriyeti, basın özgürlüğü başta olmak üzere temel hak ve özgürlükleri savundu. Adaletten, hukuktan söz etti. Kısacası biz bugüne kadar ne söylediysek, yani merkez sağ, AP, DYP, ANAP ve DP ne söylediyse onları söyledi. Parti programında da merkez sağdan izler var. Merkez sağ gelenekten gelen, Demirel’in Tarım Bakanı merhum Bahri Dağdaş abimizin oğlu, Reis’in bir türlü Hazine Müsteşarlığını onaylamadığı Cavit Dağdaş dostumuzun kaleminden çıktığı belli oluyor.
Üç gündür merkez sağ kökenden gelen dostlarımla görüşüyorum. Babacan’ın söyledikleri beğenilmekle beraber inandırıcı olmadığı söyleniyor. Nedenini sorduğumda ise “milli görüş gömleğimizi çıkardık” sözü hatırlatılarak bir kere kandırıldık, bir daha kanmayız deniliyor.
Peki aslında tabanın sesi, merkez sağ gelenekten gelen seçmen çoğunluğu ne istiyor? Tek çatı istiyor, birlikte hareket edilsin istiyor, bir an önce dağınıklıktan, parçalanmışlıktan, muhtelif partilere dağılmış olmaktan kutulunsun istiyor. Mesajları da hep İlhan Kesici’ye, Gültekin Uysal’a, Rifat Serdaroğlu’na, Meral Akşener’e ve belki şimdi de Ali Babacan’a.
Merkez sağ gelenekte milliyetçilik, muhafazakarlık, demokratiklik, laiklik hepsi birbirine geçmiştir. Anayasa’da da olduğu gibi hiçbirinin diğerine önceliği olmaz. Olursa o zaman merkez sağ olmaz. İyi Parti milliyetçiliği öncelediği için merkez sağ olamıyor. Yeni kurulan partiler merkez sağa açılım gösterseler de muhafazakarlığı önceledikleri için onlar da merkez sağdan oy beklemesinler.
İlk izlenimlerim böyle, TBMM’deki 11. Parti hayırlı olsun. İleride yeni partiler siyasi yelpazede yer bulabilirler mi? Ya da ne ölçüde yer bulabilirler? Bunları analiz edeceğiz. Ancak şimdiden tek bir cümle ile söylemek gerekirse, dağınık haldeki demokratlar bir araya gelirlerse başka parti varlık gösteremez. Kalın sağlıcakla…