Artık, hava durumunda gündüz sıcaklıklar yirmili rakamlarla gösteriliyor. 25-27-26 gibi. Eh bu sıcaklıkta günün her saatinde bisiklet sürülür. Eskisi gibi sabah erken çıkmıyorum. Sabah yağmur gibi çiğ yağıyor, giysilerim kurutma makinesinden çıkmış gibi oluyor, sabah ayazı, alaca karanlık yaz gibi pek tadı olmuyor onun için artık sabahları pas geçiriyorum erken uyansam da canım çekmiyor.

     Evden çıkışım 16.02’ydi. Kozbeyli tarafına gideceğim. Gencelli/Kozbeyli kavşağından Kozbeyli yoluna saptım. Harika bir yol bi defa asfaltı çok güzel. Çiftlik evleri, Mübadilden önce Rumlardan kalma tek gözlü bir oda planlı (ama gece yaşantısı için mutlaka asma katı vardır) taş duvarlı yıkık evler, inekler, tarlalar, ağaçlar, hele bir yere geldiğimde yarı toprak bozuk asfaltlı dört yol ağzında köşede bir çeşmesi var. Yalağı yuvarlak kahve dibeği gibi, buradan taşan su kare şeklinde bir diğer yalağa akıyor buradan taştı mı dar uzun bir yalağı dolduruyor. Bu uzun yalaktan inekler kare yalakta kurbağalar dibek gibi olanda da insanlar serinliyor. Hatta namazgâhı dahi var.

     Kültürümüzün güzelliği. At, eşek gibi binit hayvanla köyden köye bağa bahçeye giden insanlar; susadığında, binitini sulamak gerektiğinde, ehh öğle vakti girdi şurada namazımı da kılayım dediğinde, çıkısını çıkarıp iki lokma birşeyler yediğinde dua ettiğinde hayrat yaptıranın amel defteri açılmaz mı? Açılır, hatta deftere sayfa bile eklerler. Bizim de binitimiz bisiklet, iki satırda ben yazdırayım.

     Burası ilk mola verdiğim ve su içtiğim yer, çeşmenin taşına oturup hem soluklanıyor hem Allah razı olsun diyorum. Burada fotoğraf çekip de yağlıboya resmini yaptığım iki ağaç var. Biri İncir Ağacı, kestiler yaşlanmıştı yarı kurumuş haldeydi. Artık odunuyla bir ocağın dumanını tüttürecek. Diğeri Çitlembik Ağacı, Çitlembik ağaçlarına ayrı bir gönül bağım var.

SONBAHARLARDA BAĞBOZUMU

Sonbahardır hala hüznümün dalga dalga geldiği,

Çocukluğumun anılarımın gözümün önüne serildiği.

Bağbozumunu hiç unutmam, köpeğim Koca Gudo’yu

Dedem derdi, memleketten herhalde ismini koyduğu.

Üzümün billur rengiyle ağızda kütürdeyen sesi,

Sonbaharın esintilerle gelen serin nefesi.

Elimde sapanta koşarken o ağaçtan o ağaca,

Gitme der gibiydi peşinden koştuğum saka.

Rengarenk tabiat, sarı kahverengi oldu yeşiller,

Kırmızı olmuştu bağ damımızın yanında ki çitlembikler.

Üzüm çuvalları çoktan gitmişti sergiden Tariş’e.

Boş sergi yerinde binerdim üç tekerlekli bisiklete.

Babam, son bir defa yoklardı etrafı, damı, bağı,

Annem, vedalaşırdı komşularla gözleri ağlamaklı.

Sararan bağlar, renkli asmalarda çiğ taneleri.

Eşya yüklü at arabasının dingilinde göç sesleri.

Geride bıraktığım bi daha ki seneye özlediklerim.

Silerdi özlem dolu yaşlı gözlerimi küçücük ellerim.

Hem bağ, hem çocukluğum, hem babam, hem de anam gitti hayatımdan

Ömrümce unutmayacağım anımdı hepsi çocukluğumdan,

Hüzünlü Sonbaharlarımdan. 23.09.2014

     Kozbeyli’nin biraz kenarından çok az içinden geçip tepeye ulaşıp iniş aşağı hiç pedal basmadan Eskifoça yoluna kadar iniyorum. İndim. Yolu enlemesine geçip Gerenköy yoluna girdim. Bu yolda asfalt jilet, teker, zincir, sesi duyulmuyor. Araç da geçmiyor, kimsecikler yok. Yolun sağı solu ev ev ev. Konut demiyorum. Konutu, ihtiyaç için yapılan ev olarak yorumluyorum. Bunlar ne yahu eçiş büçüş sözde yazlık.

Ne komşuluk, ne konuşmuşluk, ne kelam ne selam, yan gözle süzmeler, selam versem mi vermesem mi vesveseler, osursan duyulacak kadar dipdibeler.

     Gerenköy tarımcı zengin bir köy. Gediz Ovası alabildiğine, aralarında sulama kanalları, bağ çok az, yonca mısır, pamuk, günebakan tarlaları bu sene susuz kalmış olmalılar hiç boylanmamışlar kısa haldeyken boyunlarını bükmüşler başları da çok küçük bunlar hayvan yemi olacak gibi gözüküyor toplamaya değmez. Oysa Ege’nin en büyük ovası Menderes ve Gediz. Dört mevsim ekilip biçilen topraklar, çalışkan insanlar, yollara dökülen mahsuller. “Neyse.”

     Gerenköy’ün çıkışı Menemen’i Bağarası’na bağlayan yol. Bu yol geliş gidişli ve dar ben dahil yanyana üçlü geçiş bazı yerlerde olmuyor arkamdan gelen araç beklemek zorunda kalıyor, endişeli bir sürüş yapıyorum, koruma bandı yok, kenar çizgisinin üzerinde gidiyorum. Dalgınlık veya en ufak bir falsoda tekerimi asfalttan dışarı kaçırdım mı kot farkı var, küt yere, bisiklet aşağıya ben yukarı aracın altına!

     Uzaktan Bağarası beyaz evleri ağaçların arasında çizgi gibi gözüküyor, yaklaştıkça pencereleri nokta oluyor, biraz daha yaklaştığımda pencerelerinin söveleri gözüktüğünde kasabaya girmiş oldum. Ana caddesi Foça/İzmir ulaşım yolu. Amanın ne trafik! gelişigüzel parketmiş arabalar, motorlar önden arkadan gelen araçlar yolun ortasına doğru sürmek zorunda kalıyorum. Yol versem bi daha yola çıkarmıyorlar şerit de yok ya, ortadan gidiyorum biraz sabırlı olsunlar. Üzerimde fosforlu yeleğim, kafamda kaskım trafiğe saygılı olduğumu gösteren giysiler, o zaman onlar da bana saygılı oluyorlar.

     Yenibağarası dediklleri yere geldim. Avuç içi kadar yer. Eskibağarası Yenibağarası diye bölmüşler. Yaa biz Eski Manisa deyip Güzelyurtu da Yeni Manisa demeyi bilmiyor muyuz? Niye bölüyorsunuz güzelim kasabayı. Bi de araya duvar çekeydiniz bari. Birkaç kelimeyi kullanmayı sevmem; böl, ışığı kapat, kötü, bela, yok… daha da var da aklıma gelmedi.  Türkiye’ye de böyle diyorlar. Eski yeni diye. Eskiden daha mutluyduk. Mutlu insan yaratmak çok mu zor herkesi mutlu etmek? Belediyede çalışırken tek amacım buydu. Neyse deyip geçtiğimiz çok şey var ama olmamalı. “Neyse.”

     İşte bu YeniBağarası’nda her geçtiğimde çay içtiğim bir kahve var yan tarafında büyükçe bir bahçesi olan. Bahçeye girdim çayımı söyledim. Şeroya benzeyen bir kedi geldi ayaklarımın arasına kuyruk havada sürtünüyor. Hayvanların da şanslısı oluyor her ne kadar muhalefette olsa da diye aklımdan geçirdim. Her ulusal kanalda haberi yapıldı. 20 yaşından büyükmüş bakım olunca yaş da uzuyor demek ki. Darısı biz emeklilerin başına. Uzun yaş olsa nolacak, yettiremiyoruz demekle geçen bir ömür? Bi ”Neyse” de burada denmeli.

      Çaycı çayı getirirken ben de telefonu otomatiğe ayarlamış bisikletimle fotoğraf çekiliyorum. Çaycı görünce şaşırdı. ”Gel seninle de çekilelim” dedim ve çekildik. Kalkacağım çay parasını almıyor. Benden olsun, olmaz. Olur olur birlikte fotoğraf çekildik ya. Parayı almazsan bi daha çekilmeyiz. Ben buradan sıkça geçiyorum bi daha ki senden olsun dedim. Zorla aldı. İçeride marka atıyor çayın parası 10 lirayı cebinden verecek garibim. Hatırlarsınız Eskifoça’da bozuğu olmadığı için para üstü verememişti de 25 liralık çayın 5 lirasını sonra verirsiniz demişti entel kahveci.

     Yoksullar kadar, zenginlerin gönlü bol olsa ülkemizde yoksul kalmazdı. Çaycıya bu yönden şaşırmadım. İşte, varla yok, ne kadar birbirlerine yakın oysa öyle uzak ki yokun vara ulaşması ama, varın yoku bulup var etmesi çok yakın. Burada “Neyse” demeyeceğim.

     Bu sefer vaktim yoktu ama bi dahakine sohbet etmeliyim. Halini hatırını sormalıyım bu gönlü zengin adamın. Zaten sözüm var, telefonu yanında olmadığı için fotoğrafı aktaramamıştık.