Dut ağaçlı Saklıbahçe, çamlar, cami, çarşısı, kahveleri, sahil lokantaları; her yerde olandan farkındalığı olmayan, cüzdan yakan, kasılan, gece güneş gözlüğü takan, sohbetten çok çaktırmadan bakınılan.
Sahile doğru şöyle bi yürüyelim dediğinde: Hem köy kahvesi, hem neşe köşesi, hem sohbet edilesi. Bi selamünaleyküm denilesi, dedin mi herkes sandalyesini yana çeker masada yer açar, lafa başlamadan herbiri merhaba der. Sanki hergün burdaymışsın muamelesi.
Karşı köşesinde biblocu dükkanı; içinde ancak bir kişi bakabilir şöyle bir dönsen birkaç tanesi yere düşebilir dükkan sahibi ya vitrin camından ya da kapının dışından anlatıyor eser denilecek satılacakları. Karşı köşesinde incik boncuk takıcı her geçene gülümsüyor, buyur ediyor, sanırsın ki komşuyuz. Şöyle bir kapı önündeki sergiye baktığınızda hemen başlar anlatmaya. Var aldık, ha ondan da var, Ayvalık Küçükköy’den. Canınız sağolsun. Sizin bu dükkanlar küçükköyde çok iş yapar burada da olur ama sabretmek ve bu takım satış işyerlerinin artması lazım, artacak gibi gözüküyor. Ayak üstü sohbet, hayırlı işler.
Adım başı fırın var bu sokakta, bir tanesi cephesini vitrinini yeni değiştirdi önüne iki masa dört sandalye, envai çeşit hamur işleri ye babam ye, insanın canı çekmiyor değil herbirine selam verip geçiyoruz.
Sahile inmek üzereyiz hemen solumuzda ekmek arası balıkçı sahilde de masaları var. Balığı sevip akşam kara gözlük takmayanlar için fiyatları çok da uygun. Baş döndürücü içkileri yok ama sahilde oturduğunuzda gelenden geçenden başınız döner.
Bu sene Yenifoça sanki bir önceki seneye göre daha kalabalık. Her yıl bu laf söylenir. Foça’nın yerlileri bu kalabalıktan feysteki paylaşımlardan anlaşıldığı kadarıyla hiç de memnun değiller. Komşuları evlerini kiraya verip oğlunun kızının yanına yaz boyunca oturmaya gitmiş olan var (tabii bu işler gelinle pazarlığa tabi.) İzmir’e yerleşmiş olan var. Şimdi o evlere, selamsız sabahsız ama günün her saati denizsiz duramayan yazlıkçılar gelmiş, kapı önü sohbet muhabbet bitmiş. Bu yıl nur topu gibi bir marinamız da oldu. Küçük bana göre biraz da plansız bir yat çekek yeri. Uzun müddet inşaatı sürmüş ne zaman açılacak diye beklenir olmuştu. Marinaya kim ne bağlayacaksa. Bense bu bizi bozar diyordum. Küçük kendi halinde kendine has yaşantısı, komşuları eş dost akrabaları olan bu küçük sahil köyü yıldan yıla değil gün geçtikçe gelişiyor büyüyor. Prematüre doğup büyümeye devam ediyor. Bu hızlı büyümeye ne yerlisi ne yazlıkçısı ne de günübirlikçisi ayak uyduramıyor. Devamlı sekerek ayak uydurmaya çalışıyorlar. Hani uygun adım gitmek için arada bi sekilir ya.
Artık, deniz kıyısı yerleşimlerde bâkir denecek yer kalmadı. Ya zincir oteller ya zincirinden boşanmış tepelere kadar suyumuz akmıyor şarkılarının söylendiği siteler. Belediyeler aya su deposu yaparsa cazibe ile gelir! Depodan yukardasınız kardeşim. Gogıl bile konum soruyor. Fizik kanunu bu, tepeye su mu gelir! Türküsü var su gelir güldür güldür ama o su tepeden aşağı geliyor, bu türküyü de aşağıda oturan söylüyor. Yar beni güldür. Bunlar olmazsa nükleer santral, maden ocağı, mangalcıların yangınları…
Şimdilik, bâkir sakin sessiz şamatasız yer, Saklıbehçe. Küçük 10-12 tane dört kişilik masası olan bir yer içeri girdiğinizde bahçenin arka köşesinde yıllara meydan okuyan kocaman bir dut ağacı var. Erkek dut duruşundan (aslında meyve yapmadığından) belli, eli belinde olanlardan, dünyaya meydan okuyarak bu yaşa gelmiş. Böyle ulu ağaçta sahne çok. Ağustos henüz gelmedi ama böcekleri sazı ellerine almış çırçırları dillerine dolamışlar. Dinlersen çır çır çır kafa şişiriyor dersin, sohbete dalmışsan fon müziği dinler gibisin.
Burada, Rahmetli Ağabeyimin komşusu Metin beyle buluşuyoruz. O buranın müdavimi gazetesini alır çayını söyler okumaya dalmışken ben gelirim. Benim gelişlerim haftada bir iki, bilemedin üç sabahtır. O sabah ya erken bisiklet turuna çıkmış veya resme dalmışsam tatlı sohbetten mahrum kalmışımdır. Ağabeyimin sağlığında birkaç seneden buyana her yaz beraber oluyorduk. O zamanda belediyeciliğimden ara sıra birlikteliklerine katılıyordum. Bu yıl rahmetli olunca onun Metin beyle bir olduğundaki boşluğu doldurmaya çalışıyorum.
Yenifoça’nın en güzel sokaklarından biri olan çamlıklı bu yolun (Savran Sk.) sonunda Saklıbahçe Kafe. Bu sokağa girdiğinizde, tek katlı basık, küçücük pencereleri ile sokağa bakmaya çalışan, taş duvarlı nar bahçeli kapı önünde iki karışlık bordüre kadar olan boşlukta çeşitli çiçeklerin rengârenk begonvillerin olduğu, birkaç sanat kafenin bulunduğu, şirin, gölgelikli bir sokak. Üst başında tarihi eski rum köyünün sınırı olan cadde var, o zamanlar cadde yok tabii, üst taraf çiftlik evleri, selvili, palmiyeli yerleşimleri olan narenciye bahçeleriymiş. Tepelere çıkıldıkça zeytinlikler varmış. Şimdi bu caddenin (İzmir Cad.) karşı tarafı, narenciye yerine eski kooperatif evleri ve zeytinliklerin tepeleri de yeni, abuk sabuk yerleşimlerle dolup taşmış vaziyette.
İzmir Caddesi (İzmir’e kalkan otobüsler o yıllar bu caddeden geçiyor olmalı) üzerinde; Rumlardan sonra 1923 mübadele ile yerleşim ve simge gibi duran Cumhuriyet Parkı var. Savran Sokaktan aşağıya doğru yürüdüğünüzde Saklıbahçe tabelasının camda yazılı olduğunu görürsünüz. Küçük bir kapısıyla dar bir camekanı var. Ancak, bu kadar saklanabilmiş. Hemen birkaç adım ötesinde Yenifoça’nın iki camisinden cumaya gittiğim biri burada. Camiye girmez sola hafif yönlenirseniz benim berber Ural’ın dükkanının önünden dar sokaktan az önce bahsettiğim Küçükköy’ü andıran dükkanların olduğu yere çıkılır. Bu bölge (İzmir Caddesi boyunca) kentsel sit olup yapıların %99’u taştır. Dar ve gölgelikli olduğu için yayaların tercih ettiği samimi sevecen, ekonomik koşullara rağmen gülümseyen esnafı vardır.
Tabii Yenifoça’ya haksızlık etmiş olmayalım. Eskifoça’dan büyüktür. Yerleşik nüfusu da fazladır. Ama öyle otelleri, bankaları yoktur. Nasıl oluyorsa Eskifoça’nın mahallesidir. Köylere mahalle denmesi gibi birşey.
Hani bir eski resme bakarken hani yılları sayar ya insan, hani gözleri dolar ya birden.
İşte öyle birşey.