Geçenlerde, üç aylık tatilin hızını kesmeyelim diye Marmaris, Palamutbükü derken Ege ile Akdeniz’in buluştuğu noktaya kadar gittik.
Knidos Antik Kenti. Virajlar, dur geç şeklinde dar yollar, karşıdan gelen sana sen ona yol veriyorsun, yan yana geçerken her ikimiz teşekkür ediyoruz. Eski çağa giderken modern çağda alışık olmadığımız bir manzara. Kültüre giden önce kültürü yükleniyor demek ki.
Çok büyük bir tarihi kentin dışında otoparka parkettik arabamızı. Bayağı bi yürüdükten sonra kentin girişinde ki ofise geldik. Hoppalaaa, kimliğimi arabada bırakmışım. Hava sıcak, güneş, dönmek istemedim. Bilet alınan gişeye başımı uzattım “Kimliğim arabada kaldı zor da geliyor gidip almak.” Akıllı kızmış şöyle bi baktı, 65 üstü olduğum, beyazlamış bıyıklarımdan dökülmüş saçlarımdan, kıvrım kıvrım olmuş yüzümdeki çizgilerden belliydi. “Geçebilirsiniz.” Demeseydi de bunca yol gel, kimliği almaya üşen, olmazdı tabii. “Teşekkür ederim.”
Kalabalık olmasa da bayağı gelen varmış. Her tepeciğin, yıkık duvarların, merdivenin sonundan, kral yolundan, şapelin yanından insan çıkıyordu. Çay molasındayken o devirleri hayal ettim. Sur duvarlarının kalınlığı, taşların büyüklüğü, korunacak kadar değerli ve zengin, anfi tiyatrosu ve sütunlu geniş yollarıyla, kültürlü ve sanatkarlarının yaşadığı bir kent olduğunu gösteriyordu. Ege ve Akdeniz’e bakan iki limanı varmış. Denizlerin buluştuğu kent Knidos.
Palamutbükü’ne geldiğimizde saat 15.00’i gösteriyordu deyimini kullanır romancılar. Demir kemerlere sarılmış begonvillerden oluşan renkli yürüyüş yollarından ulaşılan ikiz ahşap evlerin art arda yerleştirildiği bir kompleksti konakladığımız yer. Dokuyu korumak adına buna benzer bir kaç konaklama daha vardı. Yenilerine de başlanmış.
Bük, sanki kara parçasını eğip bükünce kenarından kıyısından kırpınca o güzelim mavi daha içerilere girip misafir olmak ister gibiydi buraları. Uzaktan seçemediğin ama uzun mu uzun direkleriyle bir koya demirlemiş tekneleri görebiliyorsun. Uzun olur gemilerin direği yanık olur anaların yüreği pek beğenirim bu türküyü. Bi ara sailing’lere sardım; cenova, alarga, kıçtan kara, gırcala, gurcata. Deyimlerini öğrendim miçoluk yapsam elim ayağıma dolanmaz. Yelken ipine (ıskotalara) hiç dolanmaz. Kıçın başın oynamasın derler, teknede de insanda da en çok oynayan yerler buraları olmasına rağmen.
Bu yarımada üzerinde elliden fazla koy ve bük varmış. Günübirlik tekneler, bu koy ve büklere turistleri getirir, yedirir içirir, yüzdürür, hatta güvertede oynatır suyu sıkılmış limon gibi aldığı yere bırakırlar. Palamutbükü, Hayıtbükü, Kızılbükü, Kurucabük, Domuzbükü, İşte bu büklerden birindeyiz. Güzel hikayelerin oluştuğu şarkıların bestelendiği romanların yazıldığı aşk şarkılarının çaldığı bükler. İtalyan sinemasında buna benzer filmler vardır. Asi italyan delikanlısı tatile gelmiş amerikalı zengin veya zenci kıza aşık olur ve hikaye böyle devam eder. Hüsranla biterse dram sevgiyle biterse romantizm kazanır. Bizde varsa yoksa zengin, kimin eli kimin cebinde dizileri.
Burada, sessizliğin sesi dahi duyulmuyor. Yanıbaşımızda öğrenciler var üniversiteli, tez hazırlayanlar erasmusa müracaat edenler burada. Bir de gürültü, şamatadan kaçıp ohh çekenler, dedelerle neneler de burada, onlarda torunlardan kaçmışlar. Kaçılmaz da, torunlar tatil yaparken onlar da tatile gelmişler.
Etrafı dinleyip izlerken, kafe restoran tipinde, ahşap telefon direklerinden yapılmış ahşap iskeletin üzerine çatıya hasır serilmiş. Hasır kargıların bağlanmasıyla oluşmuş şilte gibi hem gölgelik hem ısı tecridine yaradığından bu takım yerlerde tercih edilen bir örtünün altındayız. Eylül esintisiyle denizin sesi durmak bilmiyordu.
Arkada yüksekçe dağlar, denize doğru inerken konaklama alanları yola paralel dizilmiş köy evleri, önlerinde genişçe taş kaplı cadde, gece restoran gündüz kafeler, şemsiyeli sahil ve bingo turkuaz berrak ama derin bir deniz. Beş paralel çizgiye dizilmişler. Kafelerin hemen önü tamamı yamyassı çakıl zeminli. 20 m genişliğinde bir sahil bandı hasır gölgelik şemsiyeler ile dolu, aralarından zor geçiliyor. Sahillerde tercih edilen kumsalın yerine çakılsal dense yeni bir kelime türetmiş oluruz. Bizim Alperen'in çocukken havai fişeğe havaya fişek dediği gibi. Sanki doğrusunu o söylüyordu.
Güneş battıktan hemen sonra gündüzün masaları beyaz örtüyü giyince, levantenlerin parlattığı Beyoğlu İnci Pastanesini anımsatan sandalyeler ile Palamutbükü’nün akşamına doyum olmadı. Güneş, yüksekçe tepelerin ardından battığı için açık deniz gibi gözüken ufuk, maalesef kızıla boyanmamıştı.
Konaklamaya dahil, alakart akşam yemeği nefisti. Dolunay yüzerken denizde, ufka doğru alçalırken ışıl ışıldı heryer, esintinin okşadığı büklümlü denizin üzerinde akşam manzarasını romantizme çeviriyordu. Heybelide mehtaba çıkmadık ama, mehtap burada bize çıkmıştı. İşte tam da, İnci’nin muzip bi arkadaşı var “Azmi kolaturka içmiştir” dediği andı. Onca kıvrılıp bükülerek geldiğimiz yolun yorgunluğunu unutmuş, sabahlar olmasın gündoğmasın modundaydık. Oysa geceler gündüzlere gebedir.
Ama, ne doğarsa doğsun, her sabah taze bir başlangıçtır ve kaybolmasını hiç istemediğimiz olmasını çok istediğimiz umutlardır.