Küçükken çok sevdiğimiz oyuncaklarımız vardı. Bütün dünya onlardan ibaret sanar saatlerce oynardık. Onlarla yatar, gezmeye giderdik, belki banyoya bile sokardık. Büyüyünce işler değişti sandık. Oyuncakları bıraktık ama farkında olmadan başka şeyler koyduk yerlerine. Onlarsız hayatımızın olamayacağını sandığımız yeni değerler geldi. Oyuncaklar gibi oynamaya başladık, sahiplendik.
Etiketlerimize, kariyerlerimize, sahip olduğumuzu düşündüğümüz eşyalarımıza yüklediğimiz değerler yeni oyuncaklarımız oldu. Dünyayı onlarsız düşünememeye başladık.
İşimiz , eşimiz olmadan, evimiz, arabamız, arkadaşlarımız olmadan, ailemiz, kıyafetlerimiz ve etiketlerimiz olmadan kendimizi eksik sandık.
Nelere, kimlere değerler yükledik veya kimler yükledi bize onları anlamadık.
Ruhen ve bedenen sadeyken hatta ismimiz bile yokken kim olduğumuzu düşünmedik hiç.
Bir sistem içinde yaşamak için bizi ikna etmeye çalışan toplum, ülke ve dünya içinde kaybolmuş benliğimize nasıl ulaşabiliriz onun yollarını bulmamız gerek.
Bize dayatılan değerler kataloğu haricinde bizim biz olmamızı sağlayan özelliklerimiz, düşüncelerimiz, kalbimizin söylediği sözleri bulmamız gerek.
Kendi öz değerlerimizi bulup yola devam etmeliyiz. Bunun için ihtiyacımız olan en büyük duygu cesaret. Kendimizi tanımak, gerekiyorsa düzenimizi bozmak, bizi mutlu hissettiren ne varsa denemek için cesaret göstermek gerek. Denemeden hiçbir şey hakkında yargıda bulunmamak, merakla araştırmak, bizi meraklandıran şey her neyse ona nerede olursa olsun gitmek gerek. Olmuyorsa yola devam etmek, kendimizi kalben dinlemek, bazen yalnız kalıp hissetmek, bazen fikir alışverişi yapmak, bedeni hareket ettirip sinirleri gevşetmek gerek.
Yol belki uzun belki kısa, belki çetrefilli belki düz her ne olursa olsun kendimiz için değmez mi?
Kendimizi tanıdığımızda , her şeyin geçici olduğunu, tutunmanın bir faydası olmadığını anladığımızda , gerçekten mutlu hissettiğimizde asıl değerlerimize ulaşacağız. İşte o zaman hayat daha anlamlı olacak.