Akşehir’e gidenleriniz bilir. Şehrin tam merkezinde, Nasreddin Hoca türbesi önündeki geniş meydanda Nasreddin Hoca ve eşeğini temsil eden bir heykel vardır. Benzeri bir heykel de Sivrihisar’da Nasreddin Hoca kasabası yakınındaki dinlenme tesisinin girişinde de vardır. Her iki heykelin de ortak özelliği Nasreddin Hocanın eşeğe ters binmiş oluğudur. Nedenini bileniniz var mıdır? Bilmeyenleriniz için ben anlatayım.
Hocaya eşeğe neden ters bindiğini sormuşlar. Hoca da “arkadan gelebilecek tehlikeleri görebilmek için” diye cevap vermiş. Bu cevap karşısında şaşıran soru sahipleri bu sefer de “Peki tehlike önden gelirse ne yaparsın?” diye sorarlar. Cevap tam da hocaya göredir: “Onu da eşek görür”.
Eşek tehlikeyi görür mü? Görse bile idrak edebilir, tehlike olduğunun farkına varır mı? Sahibini uyarabilir mi? Ya da gerekli tedbiri alabilir mi? O kadarını ben bilmem ama elbette hocanın bir bildiği vardır.
Devleti yönetenlerin de önden, arkadan, yukarıdan, aşağıdan, havadan, denizden, karadan, içerden, dışardan her ne taraftan gelirse gelsin tüm tehlikeleri, tehditleri görüp yurttaşlarının refahı, saadeti, huzuru ve güvenliğini sağlama adına gerekli önlemleri alıp sükuneti sağlamak öncelikli görevleridir. Tehlike veya tehditler ister askeri ister siyasi, ekonomik, sosyal ne tür olursa olsun ki; bunlara deprem v.s gibi doğal afetler de dahildir, devlet koruyucu ve önleyici önlemleri almakla yükümlüdür. Hazreti Ömer’in de söylediği gibi Dicle kenarında bir çobanın kuzusu kaybolsa mesulü Hz.Ömer’in kendisidir. Yani Devlettir.
Devleti yönetenlerin Nasreddin Hoca gibi eşeğe ters binmeleri de gerekmez. Zira devletin bakanlıkları, istihbarat örgütleri, güvenlik güçleri, araştırma kuruluşları, üniversiteleri ve daha birçok kurum ve kuruluşları vardır. Bunların vazifeleri de tehdit ve tehlikeleri önceden tespit edip devleti yönetenleri uyarmaktır. Demokrasinin işlediği ülkelerde tüm bu devlet organlarına ilaveten meclis, muhalefet partileri, özgür basın yayın organları, meslek kuruluşları, sivil toplum örgütleri ve kamuoyu dediğimiz çok daha geniş bir kitle de tehlikeleri görür ve iktidarı uyarır. İktidarın yapacağı iş de bu uyarıların gerçekliğini araştırmak ve doğruysa gerekli tedbirleri almaktır. Peki öyle oluyor mu?
Maalesef kamuoyunun da muhalefetin, basının, meclisin, bilim adamlarının, STK’ların da Nasrettin Hocanın eşeği kadar hükmü yok. Onlar gördüklerini söylüyorlar ama dinleyen olmuyor. Daha da vahimi iktidar çoğu zaman devletin kurumların öngörülerine, raporlarına bile güvenmiyor, kale almıyor. Sonradan da çıkıp yanıldık, kandırıldık diyor. Sadece bugünkü iktidar için söylemiyorum, hangi iktidar kamuoyuna kulaklarını tıkadıysa hepsi için söylüyorum.
“Naci Bey! Oturduğun yerden yazmak, ahkam kesmek kolay” diyebilirsiniz öyleyse somut örneklerle iddiamızı destekleyelim:
Malum ülkemizin iktisadi politikaları Şubat 1923 de İzmir’de toplanan Türkiye İktisat kongresinde belirlendi. Sonuç: ekonomimizin milli vasfını korumak kaydıyla, Türkiye’ye dost olan ecnebi yatırımcılara izin vermek, hür teşebbüsü desteklemek, sermayelerini güçlendirmek maksadıyla yatırım bankaları kurmak, hür teşebbüsün yetmediği büyük yatırımları devlet eliyle gerçekleştirmek. Kısacası buna kontrollü liberal, milli, karma ekonomik sistem denilebilir. Zaman ilerleyip hür teşebbüs güçlendikçe kontrol mekanizmaları gevşetilmiş, daha liberal sisteme doğru mesafe alınmıştır. 1948 de, 50’den sonra, 24 Ocak 1980 ve 1983 den Özal döneminden itibaren liberalleşme giderek artmış ve sonrasındaki tüm iktidarlar da serbest piyasa ekonomisini benimsemişlerdir.
2001 krizi yaşandığında Hazine dahil, birçok ekonomist, siyasetçi, TOBB, TÜSİAD gibi kuruluşlar yabancı sermaye ve yatırımların önündeki engellerin kaldırılması, bürokrasinin azaltılması gerektiğini söylemişler ama dinleyen olmamıştır. Kriz sonrası Kemal Derviş bir kurtarıcı gibi Türkiye’ye gönderilmiş, Dünya Bankasından da yardım talep edilmiştir. DB yan kuruluşu FİAS hazırladığı “Yatırımların Önündeki İdari Engeller” raporunda ekonomistlerin, özel sektör kuruluşlarının söylediklerinin neredeyse aynısını söylemiş o günkü hükümet de sonrasındaki AKP iktidarı da bu raporun gerekliliklerine harfiyen uymuşlar önemli reformlara imza atmışlardır.
Demek ki; kendini dinletmek istiyorsan ya Naseddin Hoca’nın eşeği olacaksın ya da yabancı kartvizit taşıyacaksın. Acaba niye kendi kararlarımızı, kendi kurumlarımız ve kamuoyumuzun talepleri doğrultusunda almayız da illa yabancılardan, tavsiye alınca uygularız bunu da anlamak mümkün değildir.
Gelelim bugüne; yıllardır sevelim, sevmeyelim, tasvip edelim etmeyelim ülkelerin meşru hükümetlerinin muhatap alınması gerektiği söyleniyor. Ben de yazdım, muhalefet de söyledi, monşer diyerek dışladıkları, duayen diplomatlar, usta siyasetçiler, hocalar, köşe yazarları da söylediler, dinletemediler. Bugün Putin söyleyince Suriye rejimi ile resmi görüşme gerçekleştiği söyleniyor. Dış işleri bakanı Libaya’da Hafter’i yok sayamayız diyerek barış masasına oturdu. Eeee! Putin söyleyince kıymete biniyor. Oysa Suriye konusunda stratejik derinliğe düşmeden zamanında muhalefetin, kamuoyunun sözüne itibar edilip Suriye’de kerhen de olsa meşru hükümet ile görüşülseydi hem 4 milyon insanı konuk etmek zorunda kalmayacak hem de milyarlarca dolar zarara uğramayacaktık. Mısır’da da aynı. İhvancıları desteklemeyip, geliş yöntemini kabul etmesek de Sisi ile iyi ilişkiler kurulsaydı belki Libya anlaşması gibi bir anlaşmayı Mısırla da yapabilirdik.
Eğer iktidar kendi kurumlarının hazırladığı raporları dikkate alsa, muhalefet sözcülerini, basını, köşe yazarlarını, emekli asker ve bürokratları dinlese belki 15 Temmuz hiç yaşanmayacaktı.
Zararın neresinden dönülse kardır. Hiç olmazsa bundan sonra doğruları dile getirenlerin sözlerine kulak verelim. Onlar Türkiye sevdasıyla, Nasreddin Hocanın eşeği kadar bile olsa sözlerine itibar edilmesine razı olurlar yeter ki doğru yolu bulalım.
Kalın sağlıcakla…