Kasım 1976, gencecik ODTÜ öğrencisiydim. Ankara’da AP Gençlik Kollarının, üç adayın yarıştığı muhteşem bir kongresi vardı. Adaylardan Hamdi Üçpınarlar’ı destekleme kararı alan Manisa delegasyonu, diğer Ege illeriyle birlikte beni Genel İdare Kuruluna aday göstermişlerdi. Akşama doğru oylar tasnif edildi diğer 14 arkadaşımla birlikte GİK’e seçildim. Hem de ilk defa katıldığım böyle bir yarışta listenin başında seçilmiştim. Diğer arkadaşlarımın çoğunluğunun geçmiş örgüt tecrübeleri vardı, ama ben hepsinin acemisiydim. Birkaç kez Manisa teşkilatında kongrelerde konuşma yapmanın dışında hiç deneyimim yoktu. Aldırma, çabuk adapte olursun dediler, öyle de oldu. Orası adeta bir okul gibiydi, çok şey öğrendik, sonra da öğrettik.

Bir hafta öncesi, İzmir İl Gençlik Kolları Başkanı Yavuz Onursal ana kademe merkez ilçe başkanlığına seçilmiş, İl Gençlik Kolları başkanlığı da boşalmıştı ve bir süre vekaletle geçiştirildi. O günlerde kadim DP milletvekili Yassıada emre muharrer mahkemesinde müebbet hapse mahkum olmuş, baba dostu Kemal Serdaroğlu da İzmir il başkanlığına seçilmişti. Birkaç ay sonra merhum Serdaroğlu’dan seçilmiş heyetin azledildiğini ve İzmir İl Gençlik Kolları Başkanlığına birinin atandığını bildiren bir yazı aldık. Oysa il başkanlarının böyle bir yetkisi yoktu. Tüzüğümüze göre bu yetki Gençlik Kolları Genel İdare Kuruluna aitti. İl başkanı sadece teklifte bulunabilirdi, tabi hemen bunu lisanımünasiple merhum Serdaroğlu’na bildirdik. Küplere binmiş, hemen bağlı bulunduğumuz Genel Başkan Yardımcısı Samsun Milletvekili Hüseyin Özalp’i arayarak esmiş, gürlemiş. Hüseyin abi bizi çağırdı, burnundan soluyordu, “hemen bunu onaylayın, beni Kemal ağayla dövüştürmeyin” dedi. Hamdi abi (Üçpınarlar) karşı çıktı, böyle tepeden inme bir kararı kurula sunamayacağını, isterse kendisinin tüzükten gelen yetkisini kullanarak onaylayabileceğini söyledi. Hüseyin abi demokrat bir kişiliğe sahipti, bize hak verdi, “o efeyse biz de Karadenizliyiz” diyerek usule uyulmasını istedi.

Usul gereği İzmir’e heyet gönderilmesi kararlaştırıldı, genel sekreter Adnan Turfan ve ben müfettiş olarak tayin edildik. Kemal Serdaroğlu adeta bizi yok sayıyordu, muhatabımız da yoktu. Basmane garında bizi tanımadığımız bir gurup karşıladı ve Çankaya semtinde bir dershanenin yurduna yerleştirdi. Hemen çalışmaya başladık. Öncelikle, merkez ilçe, Karşıyaka ve Kemalpaşa gibi merkeze yakın ilçelerle görüştük. Ertesi günü Menemen, Bergama, Ödemiş, Tire gibi ilçelerden de geldiler. Hepsiyle merkez ilçenin bize tahsis ettiği odada görüştük, Kemal bey bize yer bile göstermemişti. Merkez ilçe gençlik kolu başkanı Yüksel Ağzıyukarı (Onural) ve yanındaki genç Aydoğan Karaoğlu ile o gün tanıştık. Aydoğan’ı dinledikçe tam aradığımız adam diye düşünüyordum. Temaslarımız süresince merhum Serdaroğlu’dan da görüşme talebimiz olmuş ancak üç gün boyunca kabul etmemişti.

Bu arada Manisa’ya da uzanmış babamdan Kemal Bey hakkında bilgi almıştım. Kemal bey babamın hem mebus ve kader arkadaşı hem de İzmir Atatürk lisesinden ağabeyiydi. Efeliğini, inadını, kararlılığını, gözü karalığını anlattı. Hatta Kıbrıs’ta mücahit teşkilatının kuruluşunda gizli görevler üstlendiğine kadar her şeyi anlattı. Sonra da onunla baş edemezsiniz suyuna gidin diye de nasihat verdi, ama biz de kararlıydık.

Nihayet üçüncü gün akşam saatlerinde Kemal Bey bizi kabul etti. Çatık kaşları, vakur ve dik duruşu adeta “siz kim oluyorsunuz da benim verdiğim kararlara karşı çıkıyorsunuz?” der gibiydi. Biz de kendimizi ezdirmemeye, yetkimizi deldirmemeye söz vermiştik. Adnan Turfan, zaten dobradır, lafını esirgemez, en son söyleyeceğini en başında söyleyiverir. Onun bu keskin tavırları Kemal beyi de iyice çileden çıkarıyordu. Sonunda yumuşak bir üslupla orta yolu bulacak yolu seçtik. Bize verilen bu yetkinin bizzat Demirel’in imzasıyla yürürlüğe giren tüzük ve yönetmelikten kaynaklandığını ve buna karşı çıkmanın Demirel’e karşı çıkmak olduğunu da söyledim. Epey uzunca tartıştıktan sonra, Kemal bey ikna oldu. Üç gündür bizi hiç kale almayıp kabul etmediği halde, meğer gizliden gizliye bizi takip ettirmiş. Görevimizi ne kadar objektif ve tarafsız yaptığımızı da görmüş. “Aynı baban gibisin, haklı olduğun yerde inadından geri adım atmıyorsun” diyerek biraz ortalığı yumuşattı. Kararından vaz geçerek başka bir arkadaşı bize önerdi biz de kabul ettik, yönetim de ilçelerin tavsiye ettiği isimlerden oluştu, ama İzmir’deki bu çekişme bitmedi. Yaklaşık bir yıl sonra kongreye gidildi ve benim kafamdaki ilk isim çekişmeli bir seçim sonucu İzmir İl Gençlik Kolları Başkanlığına seçildi.

O günlerde Kemal Beyin oğlu Rifat Serdaroğlu da Bergama’da belediye başkanı seçilmişti. Bergama’da o, Soma’da Hüseyin Özkılıç, Demirci’de İbrahim Dönmez en genç belediye başkanları olarak Ege’de nam salmışlar, hizmet üstüne hizmet yağdırıyorlardı. Ankara’ya gelişlerinde gençlik kollarına uğrarlar biz de elimizden geldiğince işlerini kolaylaştırmaya destek olurduk. Sonra Hüseyin’i elim bir trafik kazasında kaybettik. 12 Eylül darbesiyle hepsi bir yerlere savruldu, bizler de öyle. Siyaset buzdolabına kaldırılmıştı ama Türkiye’nin nabzı yasaklara rağmen Güniz sokakta atıyordu.

1983’e gelindiğinde düdük çaldı ve herkes yeniden aynı bayrak altında toplandı. Darbeciler boş durmuyordu, partiyi (BTP) kapattılar. Yenisini kurduk (DYP) seçime sokmadılar. Yılmadık, direndik, ara seçim oldu, kazandık, meclise girdik, gurup kurduk. O günlerde Rifat Serdaroğlu İzmir’e il Başkanı seçildi. Yasakları milletle el ele kaldırdık, Demirel yeniden başımıza geçti. 87’de Özal baskın seçime gitti. Demirel Partisinin başına geçmişti ama henüz GİK’i tanzim edememişti. 40 kişilik GİK heyeti kendilerini mebus yapmak için Demirel’e rağmen çoğu yerde merkez yoklaması kararı aldı. Toplantıda ayılanlar, bayılanlar oldu fakat her biri kendini bölgelerinde (güya) garanti yerlere koydular.

O gün İzmir’den bir ses yükseldi, Serdaroğlu Demirel’i bile incitme pahasına, seçim yenilgisine zemin hazırlayan GİK üyelerine ağır bir eleştiri yöneltti: “40 Haramiler”. Sonuç: yenildik. İzmir’de ANAP %35.8 ile birinci parti oldu, 8 milletvekili çıkardı, SHP 35.6 ile 10 milletvekili çıkardı. DYP ise yalnızca Fuat Kılcı’yı çıkarabildi. Serdaroğlu bu ağır eleştirisinin faturasını 91’de ödedi. Onu sıralamaya koymadılar, kontenjan adayı yaptılar. O günkü seçim sisteminde kontenjanı birinci parti alıyordu, kazansın gelsin dediler. Dağı, taşı gezdi, Menderes’te, Bakırçay’da basmadık yer, girmedik köy, bırakmadı. Birinci olduk, kazandı geldi.

93’de Demirel köşke çıkınca, gurubu örgütledi, Antalya’ya gitti tatildeki Cindoruk’u aday çıkarmaya uğraştı, ama olmadı. Sonra Çiller’e yöneldiler, biz İsmet Abi’ciydik ama onun örgütçülüğünün önünde duramadık. Çiller onun sayesinde başbakan oldu o da sağlık bakanı. Çiller ve kocası hatalar yapmaya başlayınca onun da karşısına dikildi. Cindoruk’un ihracı bardağı taşıran son damla oldu, o da Çiller’e resti çekti. Sonrasında köşesine çekildi, partisi zora düşünce Genel Başkan adayı oldu ama Çiller’in, Ağar’ın, Soylu’nun genleriyle oynadığı delegeler kadir kıymet bilmediler. Köşesine çekildi, yazılar yazmaya başladı.  Yazıları internette, zincir maillerle yüzbinlerce kişiye ulaşıyor, her partiden, sağdan, soldan demokrasi, hak, hukuk, adalet, hürriyet isteyen yüzbinlerce kişiye mesajını ulaştırıyor.

Bayram değil, seyran değil bunları niye anlattım? Eğer Kemal oğlu, Rifat Serdaroğlu bir işe el attıysa, elini değil başını taşın altına koyduysa, oradan netice alınır. Benim gözlemim budur. Haydi hayırlısı, buyurun Çanakkale’ye.

Kalın sağlıcakla