Bu hafta sizlere çoğunuzun yakından tanıdığı, ama benim rahmetli babamın vefatından önce (1981) yakinen tanıdığım bir “çarşı klasiği” olan ANIL’dan bahsetmek istiyorum.
2011 veya 2012 yılları olabilir. Bir gün dükkanda otururken, Anıl ile sohbet ederken Hüseyin Köroğlu geçiyordu. Sohbetimize o da katıldı. Bir ara bana dönüp “Bu Anıl var ya, başımdan geçen bir olayı anlatayım” diyerek başlatı anlatmaya…
Ben “Hüseyin Bey bu anlattıklarınızı bir kağıda döker misiniz” dedim. “Hay hay” dedi, bir müddet sonra aşağıda anlatılan olayı dört sayfa halinde kendi el yazısıya getirdi.
Aşağıdaki satırlar Hüseyin Köroğlu’nun kaleminden… Okuyalım bakalım…
***
Sevgili Dostlar,
Yedi yıl önce bir Mevlid Kandili günü idi. Diyanet İşleri Başkanlığı TRT kurumu ile birlikte “TRT 1’de yayınlanmak üzere” her kandil gecesi olduğu gibi yine Mevlid programı tertip etmişti. Bu Mevlid İzmir Hisar Camii’nden yayınlanacak idi. Bendeniz de Amir Ateş ilahi korosunda görevlendirilmiş olup bu münasebetle program öncesi İzmir Hisar Camii’nde bulunmak zorunda idim.
Amir Ateş hocam ile yaptığım telefon görüşmesine istinaden en geç öğle namazı sonrasında orada olmalı idim. Hazırlıklarımı yaptım, yola çıkmadan kuyumcular çarşısında dükkanı olan Bayram Ali Baylan arkadaşımın yanına uğradım. İkram edilen çaylarımızı yudumlarken, çarşının ve Manisamızın sevilen, “meczup” diye bildiğimiz ancak “Rabbimizin katında gerçek sıfatı ve yeri bilinen” ANIL kardeşimiz içeriye girdi…
Selâm verdi, selâmını aldık. Sonra aramızda şöyle bir diyalog gerçekleşti:
ANIL: Bugün kandil değil mi, nerde mevlid var?
Bayram Ali Baylan: Hatuniye Camii’nde var, gideriz inşaallah akşama…
Anıl bana dönerek, “Sen nerede okuyacaksın, mevlidde var mısın” dedi.
Ben de “Hayır, ben televizyon mevlidi için İzmir Hisar Camii’ne gideceğim, orada okuyacağız” dedim.
Anıl gülerek ve çok farklı bir sevinç ifadesi ile “Ben de geleceğim, ben de İzmir’e kandil mevlidine gideceğim, beni de götür” dedi.
Beklemediğim bu istek karşısında 3-5 saniye durakladım ve “Olmaz, seninle ilgilenemem çünkü, yanımızda seninle ilgilenecek bir arkadaş daha olması gerekir” dedim.
Zira sorumluluk almak istememiştim.
“Mesela Bayram Ali abin de bizimle gelse olur” dedim.
Bayram Ali, “Ben gelemem, bugün ayrılamam, Manisa’da işlerim var” dedi.
Ben izin isteyip ayrılmak üzere kapıya yönelince Anıl ağlamaya başladı ve aynı 5 yaşındaki bir sabî gibi “Ben de gelecem beni de götür” diyordu.
Yine birkaç saniye düşünüp cevap verdim: “Olur, pekiyi, ama annene haber gönderelim, seni merak etmesinler” dedim. Çünkü, bu durumun benim için bir imtihan olduğuna, onun bu isteğini kırmamam gerektiğine ve hakir görüp de yanıma arkadaş olarak almaktan çekinmemin doğru olmadığı kanaatine vardım.
Bayram Ali Baylan arkadaşımla göz göze geldik, durumun zorluğunu anladı ve “Siz gidin, ben Anıl’ın annesine haber gönderirim” dedi.
Anıl sevinçten uçuyor, yerinde duramıyordu!
Beraber arabama atladık, İzmir’e hareket ettik…
Yolda Amir Ateş hocamla telefonla konuştum, “camide buluşalım” dedi. Ben de doğruca Çankaya’daki otoparka arabamı park edip Anıl’la beraber yürüyerek çarşı içinden Hisar Camii’ne gittim. Görevli arkadaşlara sordum, “neredeler” diye. Henüz yoktular. “Daha gelmediler” dedi.
Tekrar Amir Ateş hocama telefon ettim, “Hocam neredesiniz?”
Amir Ateş, “Hüseyincim prova için henüz bir saat var, biz Kültürpark’ta Menekşe çay bahçesindeyiz, şimdi İsmail Coşar ve diğer arkadaşlar da geldiler buraya, sen de gel” dedi.
Hemen Anıl’la beraber camiden çıktık, bir taksiye binip Kültürpark’a gidecektik ki, şimdi dikkat!
Anıl dedi ki, “Ben Amir Ateş hocama gül alacağım, bugün peygamberimizin doğum günü” dedi.
Ben dondum kaldım! Anıl bana adeta ders veriyordu. Çiçekçiye yöneldik, bir buket, yaklaşık 9-10 adet kırmızı gonca gül demetini aldı ve ben hemen parasını vermek istedim ki, “Hayır” dedi. “Benim param var, ben alacağım, sen karışma.” Kararlı idi. Israr ettim, ne fayda! Elime vurur gibi geri itti!
Neyse, oradan ayrılıp bir taksiye bindik, Menekşe çay bahçesine, dostlarımıza ulaştık. Anıl’ı oradaki hafız ve mevlidhan arkadaşlarım ve diğer dostlarımız da tanıyorlardı. Anıl doğruca Amir hocaya yöneldi ve gülleri şöylece hocamıza sunarak, “Amir hocam bugün peygamberimiz doğdu, bu gülleri sana onun için aldım, hoş geldin, mübarek olsun” dedi. Hocamız da ayağa kalktı, ona sarıldı ve gözlerine yaşlar dolarak gülleri aldı, teşekkür etti ve Anıl’ı iki yanağından, gözlerinden öptü, yavaşca cebine bir 50 TL soktu…
Tabii Anıl derhal fark etti ve parayı çıkarttı, herkese göstererek ve büyük bir sevinçle, ayakta bir sağa bir sola dönerek ve banknotu sallayarak “Amir hocam verdi, bana verdi, kandil parası verdi” diye tezahüratta bulundu, tabii ki hepimizi bu davranışı ile güldürdü.
Bir saat kadar orada sohbet ettik, ikramlarda bulundular. Sonra camiye provaya gitmek için üç adet taksi çağırdık, prova yapıp ses kontrolleri sonrası tekrar Menekşe çay bahçesine dönecek ve orada yemek yiyecektik…
Bizi misafir eden dostlarımız, başta rahmetli Arif Kayra ağabeyimiz olmak üzere öyle tensip buyurmuşlardı. “Pekâla” dedik…
Amir abimiz toplam 12 kişilik grubu, Anıl hariç, taksilere bindirdi ve Anıl’ı da çay bahçesi şefine ve oradaki dostlarımıza emanet ettik. Ben “Anıl biz biraz sonra geleceğiz ve burada beraber yemek yiyeceğiz, sen otur, bekle, keyfine bak” dedim. “Tamam” dedi…
Taksiler peşisıra Hisar Camii’ne yöneldik, yolda sadece iki ışıkta durup kalktık, yaklaşık 7-8 dakika sonra gelmiştik camiye.
Cami avlusuna girdiğimizde, camide Anıl’ı görünce hepimiz birbirimize bakarak, hangi taksiye bindiğini sorduk.
Anıl hiçbir taksiye binmemişti ve başka bir araca da binmediğini öğrendik, anladık!
Ancak yaya olarak da o kadar zaman içinde, 10 dakikada oraya ulaşması imkansızdı!
“Anıl sen kimle geldin, nasıl geldin” dedim.
Anıl gülerek, “Siz beni almadınız, ben gelmek istemiştim, geldim, biz geliriz” dedi…
Ben bu durum karşısında bir şok daha yaşamıştım. Provayı izledi. 40-50 dakika sonra işimiz bitti. Mevlid hazırlığı tamamdı. Camiden ayrıldık. Ama hepimiz hâlâ şaşkındık!
Dondurmacı Mennan’ın önüne geldik ki, Amir hocamızın telefonu çaldı. (İstanbul’da yaşayan, camilere ve meşhur hocalara, mevlide düşkün bir meczup var, adı İrfan. Amir hocamızı da çok sever, peşinden birçok mevlide, programa gider. Böyle bir saf kişi: Okuryazar değil, konuşması da biraz özürlü, hâli hareketi gariptir.)
Hocamızı telefonla arayan o… Kandilini tebrik ediyor ve “İzmir’e beni niye götürmedin” diyor! Amir hocam da, “Nereden bileyim, bilse idim sana da bir uçak bileti alırdım” diye gönül almaya çalışıyordu. İrfan, ısrar ediyor geleceğim diye!
Amir hocam, “Saat 15.00… Nasıl geleceksin, seni kim bilet alıp da, nasıl Atatürk havalimanına götürebilir, yer bile bulunmaz” gibi mazeretleri sıraladı. İrfan, “Ben gelirim, size yetişirim” diyor!
Neyse telefon kapandı. Hocam bize döndü, “İşte bunların gönlü böyle, akıl fikir ermez, bu da Anıl’dan farksızdır” dedi…
“Mevlid saatine, canlı yayına 3-4 saat kalmış, nasıl gelecek İstanbul’dan” dedi…
Şimdi yine inanıp inanmamakta serbestsiniz. Saat 18.00’de tekrar Hisar Camii’ne canlı yayın için döndük, bir de ne görelim, bizim İrfan camide bizi karşılıyor…
Amir hoca da, biz hepimiz de çok şaşkınız, ikinci şok yaşanıyor!
Mübarek günde, bu nasıl iştir? Fizik-matematik kuralları altüst edilmiş! Zaman-mekan kavramları boşa çıkmış!
Allah aşkı ve o cazibe; aklı ve idraki durdurmuştur…
***
Rabbim neylerse güzel eyler… Bakalım neyler…
8 Mayıs sabahı buluşmak üzere…
Bu haftaki yazımızı Hüseyin Köroğlu’nun katkıları ile bitirdik. Selam ve sevgilerimle…