Dünyada geçerliliğini ve anlamını yitirmemiş, yitirmeyecek yegâne atasözlerinden biri.
Aslında bu ifade eskiden köy yerlerinde, varoşlarda; genelde ırksal, etnik veya yabancı olarak tanımlanan, egemen güçler tarafından belirli bir yerle sınırlandırılmış ve ayrıştırılmış mekânsal toplanmalarda kullanılırdı.
Şimdi şehrin göbeğinde, iş ve maaş kaygısı yaşayan gençler kapsamında üniversitelerde, sosyetik caddelerde kullanılıyor.
Köylerde, gettoda kullanılması daha iyiydi demek istemiyorum tabii ki ancak azalarak yok olması gereken bir tabirin, en “zengin” diye tabir edilen bölgelere yavaş yavaş yayıldığını görüyoruz.
İleri endüstriyel toplumlarda ortaya çıkan sosyal yoksulluk, zengin kentlerin fakir insanlarını doğuruyor. Yani yolda yürürken denk geldiğiniz ultra lüks bir mağaza görüntüsüne maruz kaldıktan hemen sonra yaşam alanınıza döndüğünüz anda -yaşadığınız bir ev varsa, eviniz- hissettiğiniz farklılaşmadan bahsediyorum.
Bu alışkanlık doğuruyor. Alışkanlık da sürdürülebilir bir meşruiyeti.
Bir işte çalıştığımızı varsayarak, maaş gününü nasıl getireceğimizi düşündüğümüz her sefer ile maaşı aldığımız gün arasındaki fark gün ve gece kadar apayrı insanlar yapıyor bizleri.
Tüketim çılgınlığı, lüks merakı (televizyon dizilerinde son derece zengin gösterilen toplum yaşamı, lüks otomobiller, villalar eliyle yapılan göz boyama işlemi), aşağılık kompleksi (ki yine bunun da bana kalırsa günlük yaşamımızda çok farklı bir etkisi var) gibi unsurlar, bu gece-gündüz farkını doğuruyor aslında.
Bu da örneğin fabrikada çalışan bir işçinin; yaptığı ayakkabıyı, kendi öz emeğini bu lüks mağazadan satın almak zorunda kalmasıyla beraber kendi öz emeğine yabancılaşmasıyla oluyor. Fordizm adı verilen Henry Ford’un öncülüğünü yaptığı ‘üretim bandının’ hayata girmesiyle beraber yabancılaşma sadece dışarıda değil çalışılan iş yerinde de başlıyor.
Yani fabrikada çalışan işçi, ayakkabıyı üretmedi. Sadece ayakkabının topuğunu çaktı.
Konudan çok fazla sapmayalım.
Ne diyorduk?
Şehirli fakirler.
Evet.
Bir zil sesini ele alalım.
Bugün MP3 özelliği olan herhangi bir cihaza yüklediğinizde duyabileceğiniz bir zil sesi.
Ancak bu denli sıradanlaştıramayız bunu. Çünkü nasıl olduysa öyle bir anlam yüklenmiş ki; bu kıçı kırık zil sesini, şimdi biz basite indirgersek yazık etmiş oluruz.
Son model, “X marka” bir telefonun arama geldiğinde çıkardığı ses. Peki, sadece bir ses olarak aktarmak doğru mu bunu?
Hayır! İmkânsız.
Bir statü belirteci… Ekonomik güç göstergesi… Ego tatmini…
Çaldığı anda bireye verdiği etkili his!
Bu saydıklarım, “şehirli fakirlerin” birkaç maaşları tutarında olan ‘isim cihazlar’a yükledikleri anlamlardan sadece bazıları.
İnanabiliyor musunuz?
Sadece bir zil sesi nelere kadir...
Şehirli fakirler kısmını biraz arkada bırakalım.
Umutla yaşayan fakirlere gelelim.
Bu çok daha geniş bir adlandırma. Bana göre dünya genelinde toplumların büyük kesimlerini içinde barındırıyor.
Yılbaşı geldi çattı.
Her yılbaşında da insanlar piyangoyu vurmak istiyor. Kısa yoldan zengin olmak fikri rüyalarımızdan bile çıkmıyor. Gece yatarken “Şu piyango bana çıksa var ya!” diye sayıklıyoruz.
Düşünüyoruz sürekli. Ne yapardık? O kadar parayla ne yaparız?
Ev, araba, iş yeri, yatırım.
Kafada milyonlarca senaryo…
Ekmeğimiz bu nasıl olsa.
Bizi ayakta tutan, isyan etmemizi önleyen, reenkarnasyona inanan toplumlardaki gibi “fırsatımız” olduğunu düşündüren, yarına uyanmamızı sağlayan en önemli olgu: umut…