'Ne yazayım' dediğim günlerden birindeyim. Sanırım hemen herkeste bu durum var, bir günüm bir günüme uymuyor. Bir bakmışım dur durak bilmeyen bir halde çalışıyorum, bir anda sanki o ben değilmişim gibi bir köşeye sinip boş boş kumru kuşları gibi düşünüyorum. Allah'tan ki, o ruh halinden çıkacak gücü hemen de buluyorum.
Seçim mi yazsam, milletvekili aday listelerini mi konu alsam, yoksa gökyüzünün kadersel ve güçlü etkileriyle terketmekten çekindiğimiz konfor alanlarından çıkış kapılarının açılacağını konu alan bir yazı mı yazsam, diye düşündüm. 'Futbolla ilgili ya da suya sabuna dokunmayan bir yazı yaz Zerrin, çiçekler, böcekler de geç' dedim. Futbol yazsam, baktım dokunmadan duramayacağım, 'Yazmaya başla, gerisi nasılsa gelir' diyerek bastım tuşlara.
'Aldım kalemi elime, başladım aklımdan geçenleri kaleme dökmeye' demeyi çok isterdim ama, malum klavye tuşları var artık. Yazım yanlışını düzeltirken de silgi değil, silme tuşu. 'Söz uçar yazı kalır' da demiyoruz. 'Yazdığını kaydetmezsen uçar gider' modundayız artık. Bu arada, telefonda kelimeleri yazarken otomatik klavye olayı var, senin o kelimen gidiyor öyle bir kelimeye tamamlanıyor ki, anlamlar anında değişebiliyor. Kimi zaman komik olabiliyor kimi zaman ise 'Hay canına' dedirtiyor, teknolojiye saydırtıyor. O yüzden, bir yazdığını, bin kontrol et. Bu ekranlar yüzünden, erken vakitte gözlerin bozulması da cabası.
Teknolojinin bu kadar ilerlemesinin faydası olduğu kadar olumsuz yönleri de çok. Herkes çok iyi biliyor neyin ne olduğunu da, o tuşlar üzerinde gezinerek, o ekranlarla içiçe olarak işin kolayına kaçılıyor. Zamanında bayramlar uzun tatillere kurban oldu derken, şimdi ise elimizdeki bu telefonların içine hapsoldu. Özel günlerde kişileri arayıp sesli, görüntülü olarak konuşma varken, kuru mesajlarla oldu bittilere getiriyoruz. Böylesi önemli durumları bu şekilde geçiştiriyoruz da, ama maşallah giydiklerimizi, yediklerimizi, içtiklerimizi insanların gözüne soka soka paylaşmayı ihmal etmiyoruz.
Kim, kiminle, nerede, nasıl, ne yedi ne içti, ne giydi öğreniyoruz, görüyoruz. İnsanımız zaten meraklı, bir kesim varmış ki ekran görüntüsü alıp, fotoğrafı büyütüp ayrıntıya bakmayı da ihmal etmiyormuş. 'Pes' dedim. Ben de paylaşım yaparım, ama bazen de kendimi bi tutarım. Herşeyi paylaşıp, bir gün paylaşım yapmazsam, evde oturuyorum sanmasınlar diye. Şaka bir yana, herkes özgür istediğini paylaşmaya tabii ki, kimsenin de birşey demeye hakkı yok. Ama isterim ki, bir sınırı da olsun. Sınır derken, bir taraf ağlarken bir taraf güldüğünü insanların gözüne sokmasın, bir taraf açken bir taraf kuş sütünün eksik olmadığı sofraları paylaşmasın. Hani empati denen şey var ya, ona dikkat edilsin.
Bir deprem gerçeğini yaşadık. Sanıyoruz ki, oldu, bitti, geçti, herşey normale döndü. Evet o anki durum geçti belki ama yitirilen canların acısını içine gömerek ayakta kalmaya çabalayan, başını sokacak bir yuva arayan, bir lokma yemek bekleyen, çok zor şartlarda öğrenim görmeyi isteyenler var hala. İmkanı olup da memleketlerini bırakıp başka yerlere göçen ve yeni bir hayata başlayacağı yere uyum sağlamaya çalışanlar var. Ülkenin bir kısmı bu haldeyken, vur patlasın çal oynasın diyebilenlerin var olduğu bir çağa denk gelmişiz.
Hani Türk filmlerinin klasik bir sözü var ya, 'Biz ayrı dünyaların insanlarıyız' dercesine. Günümüz tam da böyle, sanki iki dünya varmışcasına yaşanan hayatlarla dolu. 'Ayrı dünyaların insanlarıyız' demek bence bir tür kaçış ifadesi. Çabalamaktan, emek vermekten, değişimden, iyileştirmek için vakit ve enerji harcamaktan kaçış. Özünde daha fazla fedakarlık ve daha fazla emek demek aslında. Kendi ihtiyaçlarını düşündüğün kadar karşındakinin de ihtiyaçları olduğunu düşünmek, adil ve karşı tarafa saygılı olmaktır. Acısıyla bir başına bırakıp, terketmemektir. Döktüğü gözyaşının her damlasını görebilmek, dökemeyip içine akıttıklarını da hissedebilmektir. İşte tüm bunları yapanlar ve yapamayanlar ayrı dünyaların insanıdır. Sahi, siz hangi dünyanın insanısınız?