Yıllar önce idi. Yıllar öncesi, yeni gelişen veya
oluşan olaylar sayesinde hatırlanıyor. İşte yine böyle bir hatırlatma ile eskilerden bir anımı anlatayım.
Çok
eskiden derken 20 sene önce 99 yerel seçimlerinde o zaman ve şimdiki partim MHP’den Manisa Belediye başkanlığına aday oldum. Seçim çalışmaları başladı, şimdi olduğu gibi. 20 senedir bir şey değişmemiş. Sadece o zamanlar sosyal medya denen naneler yok, seçim
şarkılarımız var, hem kendimin hem de genel merkezden aldığımız kasetlerde. CD yok, USB yok, cep telefonu kasatura gibi olanından, onlarda da alodan başka bir ses yok. Rahmetli Steve Jobs o zamanlarda Apple’dan ayrılmış dönüşü için çalışıyordu. Bilseydik başımıza
bu akıllı telefonları musallat edeceğini yalvar yakar olmazdık şimdi Apple alacağız diye boğazımızdan kesiyoruz. Doğan SLX fiyatına.
Neyse
kapı kapı kahve, dükkan dolaşıyoruz. Face to face çalışıyoruz. Bir mahalleye geldik yanılmıyorsam ya Sipil ya da Ahmet Bedevi Mahallesi olacak, gece: Demir kafes direkler üzerinde kandil gibi yanan sokak lambaları, bekçi düdüklerinin yeni yeni duyulmaz olduğu
devirler. Çocukluğumu hatırlatan, duydukça daha çok yorganın altına girdiğim zamanlardaki uzaklardan duyulan köpek havlamalarının yankılandığı
loş sokaklarda yer evlerinde yaşayanlar, aralık kalmış perdelerinden sızan, tavana asılmış 40 watlık ampullerin sarı ışıkları ile,
Van Gogh’un patates yiyenler tablosundaki gecenin karanlığının ümitsiz yüzlere vurmuş insanların islenmiş yüzleri gibi ancak seçiliyordu.
Önde
giden araçtan gecenin sessizliğini yırtarcasına çalan “Türkiyem” şarkısı ile aralanan perdelerden seçilen yüzler de tablodan pek farklı değildi. Mahalle kahvesine geldiğimizde bizleri bekleyen bir çok mahalle sakini ile selamlaşıp tokalaştıktan sonra orta
yerdeki masaya oturduk. Kahvenin içi ocakçı seçilemeyecek kadar karanlıktı, tepemizde her yürüyen insanla sallanan lamba ve lambanın üstündeki abajur şapkasının montaj boşluğunun verdiği tın tın sesi dikkatimi dağıtıyor ikide bir gelen sese doğru kafamı kaldırmak
zorunda kalıyordum.
Kalabalık
olan masamızın etrafına sandalyesini çekip yanaşanlar ile kıyıda köşede kimse kalmamış orta yerde toplanmıştık. Tepeden sarkan arada bi sallanan lamba ile sorgulanacağımı anlamıştım. İçlerinden biri her gelen adaya uzattığı katlanmış buruşmuş, kendilerine
göre çok değerli adı dosya kağıdı ama kendi, yüksek huzurlarında imzalanan Hudeybiye antlaşması! gibi olan bir kağıdı cebinden çıkardı. İtina ile açarken eliyle şöyle bir ütüledi, konuşmaların arasına giriverdi.
“Saayın
başkanım biz her gelen aday ağabimize bu kağıtta yazılanları okuttuk imzalattık, siz de okuyup imzalarsanız oyumuz sizedir.” Buruşmuş, loş ışık yetmezmiş gibi cepe gire çıka yazıları zaten zor seçilen bir de üstelik ütülendikçe silinen kağıda şöyle bir göz
gezdirdim. Hakikaten, altta isimleri açılmış adayların hepsi imzalamıştı. Canımın sıkılmasına rağmen talep listesini hızlıca okudum. “Ben bunların hepsini yaparım zaten yapılmayacak şeyler değil, yapacağıma dair söz de veririm ama bu kağıdı imzalamam” dedim.
Kağıdı,
uzatan adamın önüne masanın ortasına doğru boşluğa bırakırken, kağıt biraz dalgalı bir şekilde kağıttan tayyare gibi esneyerek masaya kondu! Kağıdı uzatan dahil kahvede soğuk bir rüzgar esmişti. Romanlarda böyle yazar ama aslında kahvenin kapısı açılmış biri
gelmişti meğer kapının açılmasıyla giren ayazın esintisiymiş soğuk rüzgar dediğimiz!
Bir
an şaşkınlıktan sonra “İmzalamazsanız biz de oy vermeyiz” dedi. Ben de onlara Hz Ali’nin (K.A.V.) söz üzerine yaşanmış bir olayını anlattım. “...Yapamayacağım işin de sözünü vermem.”
Sonuç
malum. O kağıdı o zaman dört aday vardı ben hariç üçü imzalamıştı, imzalayanlardan bir tanesi seçilmişti.
Yerel
seçimlerde birbirini tanıyan adayların, seçmenlerin, ölçülü olmaları gerekir. Adaylarda, sanki adaylık mektebinde okumuş mektep arkadaşıymış gibi, herkes, seçilecek seçecek birbirini tanıyor. Seçim havasına, goy goy cazibesine kapılıp endazeyi kaçırmamak gerekir.
Bir
aday seçilecek, o da malum.