Keyfim kaçtı. Sorma, durum leyla. 30 yıldan bu yana mı 300 yıldan bu yana mı? Belki de dünya ile birim sanki, düşüncelere sığmayan yıllar. Kaç yıl oldu saymadım böyle olacağını bilseydim saymaz mıydım, hafızamda tutardım, kazırdım aklıma. Takardım saçlarımın her bir teline.

     İşler tıkırındaydı; o güzel günler, sular seller gibi akıp gidiyordu. Çocuklar elimizde, sevdiklerimiz kolumuzda, bir o yana bir bu yana savrulan saçlar, kahkahadan yukarı kalkan başlar. Gülmekten kasıldığımız neşeden mest olduğumuz, bir lafına bin gülücüklerle cevap verdiğimiz günler nerde şimdi.

     Ay beyaz deniz mavi, renkler unutuldu. Oysa kumsala uzanıvermişiz boylu boyunca, göğe dalarken gözler, suya değen parmakların ürpertisi meltemin esintisi kaç yıl oldu duymayalı dalga seslerini güneşin yakıcılığını hissetmeyeli.

     Lalenin binbir tonu parklar, salkım sümbüller sararken her yanı, Emirgan’dan Hisarlara vuran erguvan renkleri. Boğazın turkuaz suyunda beyaz köpüklü iz bırakan boğaz vapurlarının iskeleye yanaşırken köprü konmadan herkesten önce atlamalar, çayınız geldi diyen vapur çaycısını unutalı kaç yıllar oldu. Yıldız Sarayı’nda hıfzettiğimle Ortaköy’de iskeleyi projelendirmeyi, Hisar’da balık kavağa, Heybeli’de mehtaba çıkıp, Galata’dan günü kavuşturmayı, simitleri batırırken çaya Piyer Loti’den Haliç’i izlerken tahta masaya dayanıp baş başa kaldığımız günler, bin yıllar mı oldu? Sanki bendim Ulubatlı Hasan’la surlara çıkan. Bilseydim bu günleri, her adımımla iz bırakır, sayardım o yılları, taze tutardım geçen onca anıları.

     Sultan Yaylası’nda kirazlar toplanmış, “Bu yılda böyle geçti” deyip Manisa’ya inerken; eşek katarlarına anılarımı yüklerdim boş küfelere, Sivrice’nin arkasından batan güneşin son ışıltılarını koyardım yakası açılmış gömleğimden içime, bilseydim bu günleri. Sultan Mustafa’nın buz gibi suyunu susamışlığıma rağmen içmeyeli, yaylanın Sivrice’den çıkılan yolunu Gediz ovasındaki bağımızdan seyretmeyeli, yıllar oldu.

     Bağ damımızın terasına oturmuş; tulumbanın buz gibi suyuna batırılmış kehribar sarısı üzümlerin yakıcı tadını unutalı, akşam güneşinin sessizce batışını, söğütlerin arasından süzülen son ışıklarını izlerken mücevher gibi parlayan Gediz’in suyundaki ışıltılarını, kör oluncaya kadar içimde saklardım. Salkım söğütlerin sallanışlarındaki sesleri, günbatımının akşam serinliğinde söğütlere gelen üveyiklerin ötüşleri, babamın, akşamın alaca karanlığında, tavanda asılı duran fenerin cansız ışığında söylediği “Saçlarıma ak düştü sana ad bulamadım.

Gönüle uçmak düştü bir kanat bulamadım.” şarkısının nağmeleri, çınlamıyor artık kulaklarımda.

     Şarkılar ah o şarkılar yok mu, bir tek onlar canlandırıyor hatıraları, o günleri. Her bir şarkıya bir anı, binlerce şarkıya binlerce ömür sığdırırdım bilseydim saçımın ağaracağını. Tozlu sokaklarda koşturduğum kargıdan atıma biraz daha sert vururdum küçücük elimdeki çubuğu, ayaklarım havalanıncaya kadar. Gökyüzüne çıkar asılı kalırdım bulutlara, güneşe uzanırdım, yakmazdı beni, unuttuğum günler kadar. Babam, anam, ağabeyim, sevdiğim nice canların gönül kuşları bir bir uçup gitti. Benimki de, yapraklarının hışırtılarını hissettiğim çınar dallarının arasından bakıyor. Her birinin puslu oldu yüzleri, bakınca canlanır birlikte olduğum anlar, bembeyaz şimdi her yan. Oysa ne kadar çok şey yazmıştım, şimdi bomboş sayfalar.

    

     Noktaymış meğer bir ömür dediğimiz yıllar, bir zerre şimdi.