Bu hafta Türkiye’de gerçek anlamda çok partili hayata geçişin yıldönümüydü. 7 Ocak 1946 günü CHP meclis gurubuna verdikleri dörtlü takririn ardından CHP’den ihraç edilen Menderes, Köprülü ve Koraltan ile hem CHP’den hem de milletvekilliğinden istifa eden Atatürk’ün son Başvekili Celal Bayar’ın girişimleriyle Demokrat Parti resmen kuruldu. Böylelikle ülkemizde çok partili demokrasiye geçişin de ilk adımları atılmış oldu.
Aslında Cumhuriyetimizin kurulduğu günden beri Anayasamıza göre çok partili demokrasinin önünde bir engel bulunmuyordu. Dahası, Osmanlı Devletinin Meşrutiyet dönemlerinde de çok partili siyaset deneyimleri bulunuyordu ve serbestçe fırkalar teşekkül edebiliyor, Meclisi Mebusan seçimlerine iştirak edebiliyorlardı.
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında da Cumhuriyet Halk Fırkası dışında birçok siyasi hareket ve partiler bulunuyordu ancak bunlardan hiçbirinin halkta karşılığı yoktu. Halkta karşılık bulan ilk hareket Atatürk’ün milli mücadeledeki yakın silah arkadaşları tarafından kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF) idi. Ancak, hassas bir dönemden geçiliyordu ve parti kısa sürede rejim muhaliflerinin de çekim merkezi haline geldi. Bundan partinin kurucuları ve mebusları da rahatsızdılar. TCF İstiklal mahkemelerince kapatıldı.
İktidar bütün rejimlerde vardır ancak muhalefet sadece demokrasilerde vardır. Atatürk de bunun farkındaydı ve milletin taleplerinin Başvekil İsmet İnönü kabinesine yansımadığını düşünüyordu. Çıktığı yurt gezilerinde halkın memnuniyetsizliğini görüyor, buna çareler arıyordu. Bütün arzusu Cumhuriyeti demokrasi ile taçlandırmaktı. Halkın sesi olacak muhalif bir fırka kaçınılmazdı. Eski başvekillerden Ali Fethi Okyar’ı yeni bir parti için bizzat görevlendirdi ve Serbest Fırka böylelikle kuruldu. Serbest Fırka çok kısa sürede taban buldu, çok az yerde seçime katılmasına ve devlet baskısı görmesine rağmen yerel seçimlerde umulmadık bir başarı elde etti. Ancak o da tıpkı TCF gibi rejim karşıtlarının ilgi odağı oldu, İzmir’de yüzbinlerin katıldığı mitingde bu iyice açığa çıktı ve Ali Fethi bey kendi isteğiyle partiyi feshetti.
Atatürk’ün ölümünden sonra artık CHP içinde bile muhalefet yapılamaz hale geldi. Tarihi kişiliğine rağmen İsmet Paşa halkın sevgisini kazanamadı. Tek parti diktası altında ezilen halk çıkış yolu arıyordu. Daha sonra DP’yi kuracak olanlar, CHP gurubuna dörtlü takrir olarak anılan bir önerge vererek demokrasi, temel hak ve özgürlükler, adalet, insan hakları, halkın refah ve saadetini artıracak kalkınma hamleleri gibi evrensel talepleri dile getirdiler. Ancak İsmet Paşa “Parti içinde muhalefet istemem, çok istiyorlarsa ayrı parti kursunlar” diyerek önergeyi tartıştırmadı ama bir bakıma da yeni parti kuruluşunun önünü açtı.
7 Ocak 1946’da kurulan DP hileli 1946 seçimlerinde az sayıda mebus çıkarsa bile meclise girmeyi başardı. 14 Mayıs 1950 de ise mutlak çoğunlukla, kansız, darbesiz, hilesiz bir şekilde iktidara gelerek serbest seçimlerle Türkiye’de ilk kez iktidarın el değiştirmesine vesile oldu. DP iktidarı 10 yıl boyunca çok önemli hamleler gerçekleştirdi ama seçimle kazandığı iktidarını 27 Mayıs 1960 darbesiyle, silah zoruyla bırakmak zorunda kaldı. DP iktidarı birçok iftira ve karalamanın dışında esas olarak Anayasayı ihlal ile suçlandı. Temelinde ise Meclis iç tüzüğü ve Tahkikat Komisyonu kurulması hakkındaki kanun vardı. Tahkikat Komisyonları o gün meri olan 1924 anayasası da dahil bütün anayasalarımızda mevcut olan meclis soruşturma komisyonlarından başka bir şey değildir. Ne yazık ki Yassıada emre muharrer mahkemesi, 1924 anayasasını çiğneyerek, bu kanunlara oy veren hatta vermeyen mebusları mahkum etti. Başvekil Menderes ve iki arkadaşını ise idama mahkum etti.
Bu noktada anayasaya vurgu yapmak istiyorum. Eğer siyasetçiler, devleti yönetmeye talip olanlar üzerine yemin ettikleri anayasaya sadakat gösterirlerse sorun yaşanmaz. Bu bağlamda AYM de sistemin ve demokrasinin sigortasıdır. Eğer 1924 anayasasında AYM gibi bir kurum olsaydı belki tahkikat komisyonlarının anayasaya uygunluğunu onaylayacaktı. Belki de bazı hükümlerini iptal edebilirdi. Bu takdirde darbecilerin elinde böyle bir gerekçe olmayacaktı. Gerçi darbeyi gene yapacaklarını tarih yazdı ama kılıfını uyduramayacaklardı.
Bugün de her kim olursa olsun sadakat yemini ettikleri anayasaya uymak zorundadır. Sayın Meclis Başkanımızın istifa edip etmemesi konusu tartışılırken, anayasaya sadakat meselesi daha fazla önem arz eder hale geldi.
Evet! Ne seçim kanunları ne de Siyasi Partiler Kanunu Meclis Başkanının aday olmak için istifa etme mecburiyetini getirmiyor. Nitekim bugüne kadar milletvekili adaylığı esnasında hiçbir meclis başkanı istifa etmedi. Ancak milletvekili adayı gösterilen hiçbir meclis başkanı da anayasamızın 94 üncü maddesinde yazılı yasakları çiğnemedi. Hiçbir mitinge katılmadı, siyasi konuşma yapmadı, parti toplantılarında bulunmadı, parti bayrağı ile görüntülenmedi.
Eğer Sayın Yıldırım da partisinin faaliyetlerine katılmayacaksa, miting yapmayacaksa, siyasi konuşma yapmayacaksa, istifa etmek zorunda kalmaz. Peki nasıl olacaktır bu? Milletvekili adaylığında vakur bir şekilde köşende oturabilirsin, listedeki diğer adaylar, örgüt senin namına da çalışırlar. Ancak Belediye başkanlığında teke teksin, sahaya inmeden, propaganda yapmadan adaylığını sürdüremezsin. Bu takdirde istifa etmek zorunlu hale gelir, aksi takdirde üzerine yemin ettiği anayasayı bilerek ve isteyerek ihlal eden bir meclis başkanı durumuna düşersiniz. Müeyyidesi var mıdır? Orasını bilmiyorum.
Her halükarda müeyyidesi sandıktadır. İstanbul seçmeni anayasayı ihlal eden birine oy verir mi? Yoksa “bir kereden bir şey olmaz” deyip geçiştirir mi? Her iki şıkta da anayasayı ihlal meselesi üzerine yapışır, kalır. Sayın Meclis Başkanımızın doğru olanı yapacağını umuyorum.
Anayasamız çok partili çoğulcu (çoğunlukçu değil) demokrasimizin teminatıdır. Herkesin ona uyması, saygı göstermesi gerekir.
Kalın sağlıcakla…