Aslında soru bu olmamalı, eski Türkiye, yeni Türkiye şeklinde ayırım da olmamalı.

Zira Türkiye Cumhuriyeti devleti tekdir ve ilelebet payidar kalacaktır, yenisi eskisi olmaz. Ancak birileri çıkıp “yeni Türkiye” derse ve onu bir siyasi slogan haline getirirse, o zaman ondan hoşnut olmayan, uygulamalarından rahatsız olanlar da ister istemez eskinin özlemini duyarlar. Türk milletinin sevgisini kazanmış ünlü tiyatro ve sinema sanatçısı, nükteleri, engin mizahi dehasıyla söylediği özlü sözleriyle halkı hem güldüren hem de düşündüren Metin Akpınar’ın 9 yıl önce söylediği sözleri bugün yaşanan olumsuzluklar nedeniyle sosyal medyada yeniden viral oldu. Usta sanatçı demiş ki:

“Ben tüp ve gaz kuyruğunda beklemeye, 37 ekran TV ile karıncalı yayın izlemeye razıyım. Bana eski Türkiye’mi geri verin.”

Aslında kimse tüp gaz kuyruğunda beklemeyi, yağ, sigara almak için ağız eğmeyi, ya da karıncalı TV izlemeyi istiyor falan değil. Uydu yayınlarla, kablolu yayınla, dijital platformlarla binlerce yerli yabancı kanalları izleme şansına sahip, tüp gaz kullanan neredeyse kalmadı, doğalgaz artık birçok yere ulaştı, sigaranın da yağın da yerlisi, yabancısı parasını bastırdın mı hepsi var. Zaten o kuyruğa girip saatlerce beklediğin sana yağının yüzüne bakan yok. Teknoloji yerinde saymıyor, dünya yerinde saymıyor, elbette Türkiye de yerinde saymıyor. Zaten tüp gaz ve yağ kuyrukları da 79 ara seçimleri sonrası kurulan AP azınlık hükümeti döneminde alınan “ekonomik istikrar tedbirleri” sayesinde 7-8 ay içinde ortadan kalkmış, enflasyon da düşmeye başlamıştı.

Elbette ki Metin Akpınar’ın anlatmak istediği karıncalı TV ve gaz kuyrukları özlemi değil. O batılıların “sense of humor” dediği engin mizahi zekasıyla dönemin devlet anlayışı, cumhuriyetin değerlerine sahiplik, hoşgörü, yurttaşların hayat tarzlarına saygı, hukuk, adalet, hürriyet, düşünce ve ifade özgürlüğünün varlığı, anayasa, yasalar, kurumlar ve kurallara riayet ezcümle hukukun üstünlüğü ve demokrasiye sadakat ilkelerine iktidarıyla muhalefetiyle bağlılığın özlemidir. Tabi muhtıra ve darbe dönemlerini bunun dışında tutmak gerekir.

Eski Türkiye’de kuvvetler ayrılığı tartışılmaz bir biçimde vardı. Kimse keyfince kararlar alamaz, hukukun dışına çıkılamaz, yargıya müdahale edilemez, anayasal kurumlar çalışır, yürütme kuralların dışına çıkamazdı. Ortak akıl vardı, ben yaptım oldu denilemezdi, hele yasa ve yönetmelik dışına hiç çıkılamazdı. Aksi takdirde hem Sayıştay, Yüksek Denetleme Kurulu, Devlet Denetleme Kurulu hem de TBMM’de sıkı denetim uygulanırdı. Şimdi denetim hak getire. Metin Akpınar’ın mizahi şekilde anlatmak istediğini dilerseniz ben de yaşanmış örnekleriyle anlatayım.

Rahmetli Menderes’in ticaret yapmak isteyen oğlu Yüksel Menderes’e “sen ticaret yaparsan alıp satacağın ben olurum” diyerek nasıl yasak koyduğunu bilmeyen yoktur. Ben ise daha somut bir örnek vermek istiyorum.

TCDD Alman Çelik endüstrisi devi Krupp firmasıyla anlaşma yapmış 50 milyon dolar kredi kullanarak iş yapacaklardı. Ulaştırma Bakanlığı Maliye bakanlığından kredi sözleşmesinin onaylanmasını talep eder. Maliye dosyayı inceler ve reddeder. Başbakanlık müsteşarı Ahmet Salih Korur dosyayı inceleyen üç bürokratı yanına çağırır ve Menderes’in sözleşmenin neden reddedildiğini bilmek istediğini söyler. Bürokratlar, Almanların 50 milyon dolara karşılık her yıl ihracatımızın belli bir yüzdesinin kendilerine ödenmesini istediklerini, bunun da ihracatımıza ipotek konulması demek olacağını, bunun devletimizin itibarını zedeleyeceğini ve asla kabul edilemeyeceğini söylerler. Menderes üç genç bürakratı odasına alır ve tek tek tebrik ederek teşekkür eder. Dosya da TCDD ye iade edilir takip eden günlerde müzakereler sonucu o madde anlaşmadan kaldırılır. Bu üç Bürokrat Sait Naci Ergin, Kemal Cantürk ve Nail Güdel’di. İleriki yıllarda üst düzey görevlere yükseldiler, bazıları farklı partilerden ve teknokrat hükümetlerde bakan oldular.

Demirel Başbakandı, DPT, Merkez Bankası, Hazine gibi ekonomiyi yöneten kurumların başındakilerle, diğer bazı bürokratlar ve hocalarla yakın temas içinde çalışırdı. Turgut Özal, Adnan Başer Kafaoğlu, Naim Talu, Nevzat Yalçıntaş, Hikmet Çetin, Faruk Molu, Zeyyat Baykara, Kemal Cantürk gibi isimler bunların önde gelenleriydi. İçlerinde her görüşten, ideolojiden kişiler de vardı. Bazılarına takunyacı, bazılarına gomonist, bazılarına da Amerikancı denirdi ama hepsi devletin onurlu bürokratlarıydı. Bunlar Demirel’in her dediğine evet demezler, yanlışları da ortaya dökerlerdi. AP gurubunun Şahinleri bunlardan pek hoşlanmaz ama Demirel hepsinin söylediklerinden istifade eder, kendi analizini yapar ortak aklı bulurdu. Bu bürokratlar içinden milletvekilleri, bakanlar, başbakanlar hatta cumhurbaşkanı bile çıktı, hem de birçoğu Demirel’e rakip oldular, karşısında siyaset yaptılar.

CHP Genel Başkanlığı ve Dış İşleri Bakanlığı da yapan Hikmet Çetin ile Demirel Cumhurbaşkanlığı döneminde de birlikte çalıştılar. Onun Demirel ile olan ilişkilerinde perde gerisinde kalanların bazılarını Demirel’in 100. Doğum günü dolayısıyla İstanbul’da düzenlediğimiz “Süleyman Demirel 100 yaşında” etkinliği kapsamında düzenlenen panelde kendisinden dinleme fırsatı da bulduk.

Her ne kadar eski yeni ayırımını doğru bulmasam da sanırım “Neden Eski Türkiye” başlığını koyduğumu anlatabilmişimdir. Arıyorum, gerçekten arıyorum. Eski Türkiye’nin düzenini, komşuluk ilişkilerini, mahalle kültürünü, namaza giderken önüne sandalye çevrilen esnaf dükkanlarını, kilitlenmeyen sokak kapılarını, hijyen endişesi olmadan yediğimiz macunu, elma şekerini, pandisi, şambaliyi, pamuk helvayı, leblebi tozunu hepsini özlüyoruz. Bunlara geri dönebilir miyiz? Elbette dönemeyiz ama demokrasiye, kurallar rejimine, hoşgörü ortamına, adil düzene, sosyal adalete ve sosyal devlete, hukukun üstünlüğüne, fikir ve ifade özgürlüğüne, ortak akla, aslında Müslümanlığın da teamüllerinden olan meşverete, şuraya, istişareye, gerçek yargı bağımsızlığına, güçlü TBMM ve şeffaf denetime, liyakat ve ehliyete önem verilmesine dönebilir miyiz? Döneriz, dönmeliyiz…

Kalın sağlıcakla…