Bu başlık bir Kıbrıs atasözüdür. Biz “Kasap et derdinde, koyun can derdinde” deriz belki aynı anlama geliyordur.

Akdeniz’i geçince belki söyleme şekli değişmiş olabilir. Bugün de tam yerine rast geldi başlığa koydum. Aslında gündem oldukça yoğun. Konuşacak yazacak o kadar şey var ki; köşe yazarları hiç sıkıntı çekmez. Ancak ana muhalefet kendi gündemine takılıp giderken kimse hayat pahalılığını, fukaralığı, yoksulluğu hele, hele Kıbrıs’taki gardaş dediklerimizin Güney Kıbrıs’a elçi gönderip bizi işgalci durumuna sokmalarını konuşan yok. Kimse konuşmasa da biz yazarız hem de hem nalına hem mıhına.

Bu ülkede 14 Mayısı bir türlü hazmedememiş darbeci zihniyetli birileri 1950 öncesi CHP döneminin ne kadar kendilerince olumsuz saydıkları işler varsa hepsini 50 sonrası DP iktidarına mal eder, bugünkü iktidar da DP iktidarının ne kadar olumlu işi varsa kendilerine mal eder reislerini de Menderes’e benzetmek isterler. Bu safsatalara maalesef her iki taraftan da inananlar vardır. O yüzden de Bu tavrıyla muhalefet, 23 senedir yenemedikleri AKP’yi gene yenemezler. Ümitsizlik yapıyor falan değilim. Bu kadar büyük ekonomik sıkıntılar, yoksulluk, fukaralık, hayat pahalılığı, asgari ücretlinin, emeklinin, çiftçinin hali ortada. Hukuksuzluklar, adaletsizlikler, partizanlıklar, kayırmalar, diplomasideki başarısızlıklar, anayasa ihlalleri, baskılar almış başını gitmiş ve de toplumsal muhalefet ayağa kalkmış, meydanlarda milyonlar toplanıp iktidara protestosunu koyuyor ama AKP hala kamuoyu yoklamalarında 29-30’larda ve bu kadar desteğe rağmen CHP sadece bir iki puan önde. Birinci parti ise hala karasızlar ve oy kullanmak istemeyenlerin toplamı. Bunların Kıbrıs’la alakası nedir derseniz, şimdi Kıbrıs’ın yakın tarihi ile ilgili anlatacaklarımdan sonra kararı siz verin.

Kıbrıs doğu Akdeniz’de stratejik konuma sahip Osmanlı topraklarının çevrelediği ancak Türk donanmasına rahatsızlıklar veren korsanların sığınağı olan Akdeniz’in üçüncü büyük adasıydı. O nedenle Osmanlı donanması Akdeniz’in ortasında habis ur gibi duran bu adayı Osmanlı topraklarına kattı. 1570 yılında Lala Mustafa paşa törenle Lefkoşa’ya girerek adayı Osmanlı egemenliği altına soktu. O tarihten sonra da adadaki Türk nüfus hızla arttı, Karaman vilayeti ve Kuzey Suriye Türklerinden birçok soydaşımız adaya iskan edildi.

Ne yazık ki; 93 Harbinde Rusya’ya yenilen Osmanlı, Ruslara taviz vermemek adına mülkiyeti Osmanlı’da kalmak kaydıyla 92.799 Sterline adanın yönetimi Sultan Abdulhamit tarafından İngilizlere devredildi. Birinci dünya savaşından yenilmemiz üzerine ise İngilizler adayı resmen ilhak ettiler ve genel vali tayin ettiler.

1945 yılında İkinci dünya savaşının sona ermesini müteakip Türkiye demokrasi ile yönetilen ülkeler yanında yer almaya başladı. Hileli 1946 seçimleri ardından batı dünyası Türkiye’nin de demokratikleşmesi yönünde çaba göstermesi gereğini ortaya koyunca başta ABD olmak üzere batıyla ilişkiler sıklaştırıldı. ABD ile Marshall yardımı anlaşması imzalandı, ABD isteğiyle köy enstitülerinin işlevleri sonlandırılarak sıradan köy öğretmen okullarına dönüştürüldü, ülkenin güvenliği için ilk kez Haziran 1949’da CHP iktidarı NATO’ya dahil olma niyeti ortaya konarak ilk başvuru yapıldı ancak İngiltere ve kuzey ülkelerinin vetosuyla reddedildi Ayrıca katı devletçilik terk edilerek nispeten liberalleşme adımları atıldı. CHP iktidarı halkta karşılık bulan Demokrat Partinin bazı demokratik söylemlerini de taklide başladı ama tüm bu çabaları 14 Mayıs 1950 de DP’nin seçimleri farklı kazanmasını engellemeye yetmedi.

Atatürk’ün son başvekili Celal Bayar Cumhurbaşkanı seçildi, Adnan Menderes ise Başbakan oldu. Menderes hükümeti bir taraftan CHP’nin anti demokratik uygulamalarına son verirken, diğer taraftan da dış politikada attığı olumlu adımların ülke çıkarına uyan politikalarını sürdürdü. İkinci dünya savaşının kazanan tarafında olan Sovyetlerin Kars, Ardahan üzerindeki emelleri Montrö’ye rağmen boğazlarda hak iddia etmesi, burnumuzun dibindeki tehditlere karşı o günün şartlarında NATO ülkenin güvenliğini garanti etmek adına önemli bir seçenekti. Bir taraftan bu adımlar atılırken, diğer taraftan Bağdat Paktı, RCD, Balkan Paktı ve ileride CENTO’nun temelini teşkil eden adımlar atıldı.

Aynı tarihlerde Kıbrıs’ta Rumlar adanın Yunanistan’a iltihakını isteyen EOKA örgütünü kurmuşlar yer yer kalkışmalara başlamışlardı, zaman zaman Türk yerleşimlerine de baskın düzenliyorlar çatışmalar çıkarıyorlardı. Adanın egemenliğini elinde bulunduran İngilizler duruma hakim olamıyordu. O günlerde konu Menderes’e sorulduğunda gayet diplomatik bir dille konunun İngilizlerin sorunu olduğunu ifade etmişti. Bu cevap çok eleştirildi ancak Menderes olaya müdahil olunması durumunda konun bir Türk Yunan gerilimine yol açacağını ve bu durumda Hristiyan aleminin Yunanistan’ın yanında yer almasıyla adadaki Türk varlığının büyük zarar göreceğini çok iyi biliyordu. Nitekim Türk Hükümetinin kavganın dışında kalmasıyla olay Birleşik Krallıkla Yunanistan arasında bir kavgaya dönüştü, Rumların ve Yunanistan’ın talepleri reddedildi. Bu tam da Menderes’in tam da istediği bir durumdu.

Artık Menderes’in meseleye el koymasının zamanı gelmişti. Birleşik Krallık hükümetiyle de olumlu ilişkiler kurarak operasyona başladı. Dr. Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş gibi Türk Cemaati önderleriyle görüşerek EOKA’ya karşı Türk Mukavemet Teşkilatının kurulmasına önayak oldu. 1957 Seçimlerinden de galip çıkmasıyla MİT ‘in de yardımıyla Meclisin genç milletvekillerinden bir gurubu gizlice adaya göndererek TMT’nin bir başka deyişle Mücahitlerin örgütlenmesine ve silahlanmasına destek oldu. İzmir Milletvekili Kemal Serdaroğlu (Doğru Parti Genel Başkanı Rıfat Serdaroğlu’nun babası) ve Antalya Milletvekili Sadık Erdem benim bildiklerim.

Rum Lideri Başpiskopos Makarios Türk toplumü üzerindeki baskılarını artırdı, EOKA’nın eli kanlı lideri Grivas da katliamlar yapmaya başladı, tabi TMT de gereken cevabı veriyordu. Böylece uluslararası toplumun dikkatleri de adaya çevrildi ve diplomatik çözümlerin gerekliliği ortaya çıktı. Bu bağlamda Menderes’in kıvrak zekası ve kararlılığı ile Dışişleri bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun diplomatik dehası sayesinde Londra ve Zürih Anlaşmaları imzalandı. Buna göre Türkiye, Birleşik Krallık ve Yunanistan garantör ülke olarak kabul edildi ve Kıbrıs üzerinde söz sahibi oldular. Bu Lozan’dan sonra Türkiye’nin ikinci toprak kazanımı sayılıyordu. İlki Hatay Cumhuriyetinin kurulması ve referandumla Türkiye’ye iltihakı ve ikincisi de Kıbrıs’ta söz sahibi olduğumuz garantörlük hakkıdır. Nitekim 1974 Kıbrıs Barış Harekatı Menderes ve Zorlu’nun elde ettiği bu haklarla gerçekleştirilmiştir. Dışişleri bakanı merhum Turan Güneş Londra’da diğer garantör İngilizlerin onayını almış ve Başbakan Eecevit’e telefonla ilettiği “Ayşe tatile çıksın” şifresiyle harekat gerçekleşmiştir. Allah hepsinden razı olsun mekanları cennet olsun.

Şimdi yazımın başında söylediğim gibi her iki taraftan da Sayın Erdoğan’ı Menderes’e benzetmek isteyenler haklı mı? Adadaki Türk varlığını Türkiye’nin garantisi altına alan Menderes ile garantörlüğünü sonlandıran Annan planına destek verenler benzeyebilirler mi?

Ya da Başta Süleyman Demirel olmak üzere iğne oyası yapar gibi ince ince işlenen, Adriyatik’ten Çin Seddine Türk dünyası gerçeğine rağmen Güney Kıbrıs’ı tanıyan ve Türkiye’yi adada işgalci sayan Türk devletlerinin bu hareketine sessiz kalanlar benzeyebilirler mi?

Keser döner sap döner gün gelir hesap döner, bu devran döner elbet herkes gerçeklerden nasibini alır bugün Güney Kıbrıs’ı tanıyanlar yarın bu yanlıştan dönerler. Yeter ki dış politikamız merhum Zorlu gibi, merhum Çağlayangil gibi ve merhum Turan Güneş gibi ehil ellerde olsun.

Kalın sağlıcakla…