Bu haftaki yazıma bundan tam iki yıl önce, bugün Manisa Olay Gazetesinde yazdığım yazıyla başlamak istiyorum. Bugün de aynı güncelliğini koruyan başlangıç kısmıyla. Elbette ben yazmıştım demek için değil, hiçbir şeyin değişmemiş olduğunu hatta daha da büyük hataların yapıldığını göstermek için
“Henüz altı yaşımdaydım, ılık bir Ankara akşamıydı erkenden yattık. Daha gün ağarmamıştı ki, dışarıdan gelen gürültüler ve babamın açtığı radyonun sesiyle uyandık. Abim ve ben yatak odamızın aralık kapısından annem ve babamı izliyorduk, endişeli yüzleri vardı ve birbirlerini teskin etmeye çalışıyorlardı. Radyoda tok sesli bir adam, yıllar sonra Alpaslan Türkeş olduğunu öğrendiğim kişi, darbe olduğunu ve ordunun idareye el koyduğunu söylüyordu. Tabi ben bir şey anlamıyordum ama sanırım abim olan bitenin farkındaydı.
Babam yerinden kalktı, tıraş oldu, abdest aldı ve namazını kıldıktan sonra en yeni elbiselerini giyerek beklemeye başladı. Çok geçmeden askerler kapıya dayandı, ellerinde thomson tüfekler, aldılar götürdüler babamı. Alt kat komşumuz Manisa milletvekili Orhan Ocakoğlu da aynı akıbete uğramıştı. Annem infial içindeydi, haykırıyor, isyan ediyordu. Neye uğradığımızı şaşırmıştık. Büyük bir elem ve keder içindeydik. Önce Harp Okuluna götürmüşler, ardından da askeri bir nakliye uçağıyla, kargo götürür gibi önce Yeşilyurt askeri hava alanına oradan da Yassıada’ya.
Yassıada’ya iki kez gittim. Kabataş iskelesinden silahların gölgesinde, bize reva gördükleri güverte altındaki havasız bodrum katında seyahat etmiştik. Adaya inişimiz, silahlı askerler eşliğinde tutukluların bulunduğu binaya gidişimiz, yanımızda bir üsteğmenin eşliğinde, sarılmamıza bile izin verilmeden hasret giderişimiz, üzerinden 57 yıl geçmiş olmasına rağmen hafızamdan hiç silinmiyor.
Durduk yerde Yassıada da nereden çıktı? Dediğinizi duyar gibi oluyorum. Durduk yerde çıkmadı, Sayın Cumhurbaşkanı Haber Türk televizyonuna verdiği özel mülakatta, kendisi getirdi konuyu gündeme. Büyük iş yapmışlar gibi elinde resimlerle anlattı nasıl tarihi yok ettiklerini. İbretlik çocukluk anılarımızı, bir dönemin iktidarının mensuplarının yaşadıkları acı hatıraları rant uğruna yok ettiler.
Ben Sinop cezaevini de Ulucanlar cezaevini de gördüm. Düzene başkaldıranların da eşkıyaların da Sabahattin Ali gibi şairlerin de, Hilton koğuşu mağduru gazetecilerin de, Muhsin Yazıcıoğlu gibi gençlik önderlerinin de yattıkları koğuşları gördüm, hikayelerini öğrendim. Ellie adasını da gördüm. Yüz küsur yıl önce Amerika’ya, Avrupa’dan ve dünyanın dört bir yanından gelen göçmenlerin yaşadıklarını, çektikleri ıstırabı gördüm. Özgürlük Heykelini ve adasını da gördüm. Amerikan halkının özgürlük ve bağımsızlıklarına nasıl kavuştuklarının hikayelerini öğrendim. İspanya’da, Fransa’da dünyanın birçok yerinde böyle anıt mekanlar ve müzeler vardır.
Ne olurdu? Yassıada’yı da aynıyla muhafaza edebilseydik, yeni kuşaklara adaletin katledildiği mekanları tanıtabilseydik, orada yaşananları anlatabilseydik. Ne olurdu? Sayın Nilüfer Gürsoy Hanımefendinin, Mutaharre Polatkan Hanımefendinin, 92 yaşındaki annemin gazetelere yansıyan beyanlarına kulak tıkanmasaydı. Yassıada hadisesinden 20 yıl sonra bile henüz doğmamış bir çocuğun mesleki ihtiraslarına kurban edilmeseydi demokrasi ayıbının yaşandığı mekanlar. İlla ki özgürlük ve demokrasi adası denilmek isteniyorsa, utanç binalarını aynıyla restore edilir, en görünür yerine de gözleri bantlı devasa bir adalet heykeli dikilirdi. İstanbul’un tepelerinden, sahillerinden her yerinden görünür, tıpkı Manhattan’a gelen gemiler gibi İstanbul’dan gelip, geçen bütün gemiler de görürdü.”
Evet…Aynen böyle yazmışım bugün de imzamı atıyorum. 27 Mayıs’ın yıldönümünde bu adanın yeni haliyle açılışı törenleri vardı. Elbette kürsüde söylenen sözlerden 27 Mayıs ve Yassıada mahkemeleri ile ilgili söylenen sözlerin çoğuna katılıyoruz, ama çoğunu da eleştiriyorum.
Doğru veya yanlış bir iş yaptınız açılışını yapıyorsunuz, orada acıları yaşayan insanların hayatta kalan eşleri, evlatları neden davet edilmez? 27 Mayıs darbesine muhatap olan siyasi hareketin bugünkü temsilcileri, Demokrat Parti Genel Başkanı ve yöneticileri niçin davet edilmez? Yassıada avukatlarından hayatta kalanlardan Hüsamettin Cindoruk neden çağrılmaz? Hadi avukatlıktan geçtim TBMM eski başkanı sıfatıyla neden çağrılmaz? Hayatta kalan tek DP Milletvekili Hakkı Kurmel neden çağrılmaz? Bunun makul ve mantıklı açıklaması olmaz, tevil yoluna gidilmişse bilin ki yalandır. Şahsen ben davet edilsem de gitmezdim çünkü iki sene önce yazdıklarımdan bir milim bile sapmadım. Belki 100 yaşına dayanmış Hakkı amca da gidemezdi, Nilüfer hanım da gitmezdi ama hepsinin onore edilip davet edilmeleri icap ederdi. Bu çok büyük bir ayıptır.
Ayıbın daha büyüğü, darbecilerin tasfiye edilen bir kısmının kurduğu siyasi hareketin bugünkü lideri, darbe bildirisini radyoda okuyup ilan eden zatın halefi orada ve baş aktör. Kürsüye çıkıp konuşuyor inanmadığı sözler sarf ediyor. Dahası AKP Genel Başkanı bizzat bu bildiriyi okuyan zata teşekkür ediyor. Neden? Cuntacı olduğu için mi? Darbe bildirisini okuduğu için mi?
Buna benzer bazı hususları birkaç gündür sosyal medya hesaplarımda da paylaştım. İsim vermediğim halde merhum Türkeş’le ilgili düşüncelerim bazı dostları üzmüş. Ne yapalım ki, tarihsel gerçeklerden sıyrılamayız. Olmayan bir şeyi söylemedim. Erol Maraşlı dostumuz gayet nazik ve olumlu bir üslupla üzüntüsünü dile getirirken olayları cereyan ettiği dönemin şartlarında değerlendirmek gerektiğini ifade etmiştir. Doğrudur zaten ben de öyle yapıyorum ama hiçbir mazeret darbeyi meşru göstermeyeceği gibi idamları da mazur gösteremez. Evet… Sonrasında merhum Türkeş’in “en kötü sivil yönetim en iyi askeri yönetimden evladır” sözlerini de takdir ediyorum, ama bu söz bana göre geçmişte yapılan hataları telafi etmez.
Yazımı merhum Türkeş’in arkadaşı darbeci 14’lerden merhum Ahmet Er ile ilgili bir anımla tamamlamak istiyorum. Namık Kemal Zeybek Manisa’ya geldiler, ben de siyasi nezaket gereği Ankara’dan eşlik etmek üzere kalktım geldim. Programda Akhisar Sünnetçiler köyünde Ahmet Er’i ziyaret de vardı. İki kişi eşliğinde ancak yürüyebiliyordu. Odasında bizleri ağırladı Genel başkanla beraber odada 7-8 kişi vardık. Ülkücü hareketin ideologlarından olan Ahmet Er şaşırtıcı bir şekilde DP’yi övüyor Türkiye’nin normalleşmesi ve kutuplaşmanın önlenmesi için merkez sağın güçlenmesi gerektiğini söylüyordu. Çıkarken izin istedim baş başa görüşmek dileğimi ilettim. Kabul etti. Kendimi tanıttım, 27 Mayısta alaşağı ettiğiniz, hapse tıktığınız, ömür boyu kamu hizmetlerinden men ettiğiniz buna rağmen 17 yıl sonra silah zoruyla çıkarıldığı Atatürk’ün meclisine millet iradesiyle yeniden seçilen Atıf Akın’ın oğluyum dedim. Gözleri doldu, ağlamaklı oldu, sözleri boğazında düğümlenir gibi çıktı. 27 Mayısın büyük hata olduğunu söyledi, inançlı ve vatanperver kadroların ne yazık ki tasfiye edilmek istendiğini söyledi, babamı övdü. Son sözü “Aldatıldık” oldu. Atmış yıl sonra hala aldatılmaya devam ediyoruz. Kim ya da kimler aldattı, ne amaçlıyordu? Biz hepsini biliyoruz ama bize inanmayanlar için Prof.Çetin Yetkin’in “Türkiye’de askeri darbeler ve Amerika” isimli kitabını öneririm.
Solcu bir profesörün gözünden 27 Mayıs nasıl görünüyor? İbret almak isteyenler okusun. Özellikle her fırsatta Menderes ve DP’yi eleştirmeyi hatta hakaret etmeyi alışkanlık haline getirenlerle, her fırsatta hiç benzemedikleri halde onun sırtından siyasi rant elde etmeye çalışanlar iyi okusunlar.
Allah bir daha bu millete darbeler yaşatmasın. Kimseye de darbe söylemleri üzerinden siyasi çıkar sağlama fırsatı vermesin. Kalın sağlıcakla…