2023 yılının ilk sabahı erkenden kalktık, sıkı bir kahvaltı ettikten sonra otelden ayrılıp Gare du Nord tren istasyonuna doğru yola çıktık. Tabi yanımıza da ekmek arası gravyer peyniri, hindi salamı yeşillikler ve soslardan oluşan sandviçlerimizi de almayı ihmal etmedik. Öğle saatinde trende olacağımızı düşünerek tedbiri elden bırakmadık.
Bizim kahve altı (kahvaltı) dediğimiz günün ilk öğününe İngiliz dilinde oruca mola (breakfast) yani aç kalmayı bırakma, Fransızlar ise küçük öğle yemeği (petite dejeneur) denir. Aslında Fransızlar sabahları çoğunlukla bir fincan kahve ve bir kruvasanla geçiştirirler. Bazıları da boulangerie denilen unlu mamul fırınlarından baget ekmeğini yiyebileceği boyda kestirip tezgahtan peynir, şarküteri ürünleri ve muhtelif salata ve sostan istediği kadar tarttırıp paket sandviçlerini işyerlerinde yemeği tercih eder. Yani küçük öğle yemeği denilen kahvaltılar ancak hafta sonları için geçerlidir. Tabi tüm dünyada turizm gelişip gezginler çoğalınca açık büfe kahvaltı usulü de İspanya, Türkiye ve diğer turistik sahil yerlerinden başlayarak şehir otellerine de yaygınlaştı. Biz de otel tercihimizi yaparken genellikle ekonomik zincir otelleri tercih ediyoruz. Zira hangi ülkeye giderseniz gidin Türkiye de dahil aynı zincirin otellerinde kalite ve standart değişmiyor, tabi kahvaltı çeşitliliği de. Tabi şarküteri ürünlerinde tercih şansımız fazla yok genellikle domuz ürünleri kullanıldığı için tek şansımız hindi oluyor. Fransızların kahvaltı muhabbetini bir kenara bırakarak Almanya’ya doğru hareket ettik. Almanlar da kahvaltıya erken lokma (Frühstück) diyorlar.
Trenimiz Belçika Devlet Demiryollarına ait ve oldukça rahattı. Yüksek hızlı değilse bile gene de hızlı sayılırdı. Ülke sınırlarından geçtiğimizi yol kenarlarındaki tabelalarda dil değişiminden anlıyorduk, yoksa sınır kapısı falan yok. Etrafı seyrede seyrede geldik Köln’e.
Fransızlar da Belçikalılar ve Almanlar da bir karış toprağı boş bırakmamışlar. Her yer yemyeşil ve ekili. Ekili olmayan yerlerde zaten ya orman ya da mera. Belçika’nın yüz ölçümü Manisa ilinin iki katından biraz fazla ama tarım ürünleri, et ve süt ürünleri ihracatı Türkiye’nin birkaç misli. İthalatı ise AB dışından yok denecek kadar az. Bizim ithalatımız ise almış başını gitmiş. Biz gençliğimizde dünyada kendi kendini doyurabilen yedi ülkeden biriyiz diye övünürdük. Bugün ise pirinç, hububat, bakliyat, et ve canlı hayvan dahil hemen her şeyi ithal ediyoruz. Bırakınız kendimizi doyurmayı hayvanlarımızı bile doyuramıyor, Bulgaristan’dan saman ithal ediyoruz. Bir zamanlar tekstil sektörümüz ihracat lokomotifimizdi, pamuk ülkesi olmakla övünürdük. Bugün ne yazık ki, beğenmediğimiz Yunanistan’dan tonlarca pamuk ithal ediyoruz. Gediz ovası, Menemen, Söke, küçük, büyük Menderes ovaları kar yağmış gibi bembeyaz olurdu bugün artık kimse pamuk ekmiyor. Tabi bu tekstilimizi de baltalıyor. Tren penceresinden tarım arazilerini, meralarda otlayan hayvanları gördükçe bunları düşünerek yol aldık bir de bakmışız Köln’e varmışız.
Gezginler Köln’ü görmeden Almanya’ya gelmiş sayılmazsınız derler. Ben daha önce iki kez gelmiştim. Bir keresinde sadece bir gece kalmış diğerinde ise sabah gelip akşama doğru başka kente dönmüştüm.
İşte o gelişlerden birinde iş arkadaşlarımdan birisiyle küçük yeğeninin siparişi için çok katlı bir mağazaya girmiştik. Oyuncak bölümünde snoopy (resimli roman kahramanı köpek) arıyorduk. Yaşlıca bir görevli hanıma İngilizce sorduk ama o da kabaca Almanca cevap verdi. Arkadaşım “ne diyor bu yaa!” diye tepki gösterince yandaki raflara bakan uzun saçlı, sakallı kalın gözlüklü ve geniş şapkalı bir adam “yokmuş” diye cevap verdi. Başımızı çevirip bakınca çok tanıdık biriyle karşı karşıya geldik. O kişi Cem Karaca’dan başkası değildi.
Mağazadan çıktık istasyona doğru birlikte yürüyerek sohbet ettik. Dom’un (katedralin) önüne geldiğimizde daha tren saatimize iki saate yakın zaman vardı bir banka oturduk dertleştik. 12 Eylül darbesi olduğunda Almanya’da turnedeymiş, bir konser sırasında sarf ettiği sözler yüzünden hakkında dava açılmış. Darbe adaletine güvenemediği için dönmemiş. Birkaç kez çağrılara cevap vermeyince vatandaşlıktan çıkarılmış. Almanlar iltica talebinde bulunması halinde vatandaşlık teklif etmişler ama o kabul etmemiş. “Gurbette olmayı nispeten kabul edebiliyorum ama haymatlos olarak yaşamayı kendime yediremiyorum” derken gözlerinden düşen yaşı gözlerimle görmüştüm. O günlerde merhum Demirel’in sıkça söylediği bir sözü hatırlatarak teselli ettim. “Keser döner sap döner gün gelir hesap döner”. Nitekim bir iki yıla kalmadı devran döndü o da vatanına ve vatandaşlığına kavuştu. Ruhu şad olsun. O gün çok şeyler konuştuk ama onlar bu yazının konusu değil inşallah bir başka yazıda onlara da değiniriz.
Otelimiz tren istasyonuna 5-6 yüz metre uzaklıkta ren nehrine ve köprülerine nazır, karşı kıyının ışıl, ışıl manzarasına hakim bir yerdeydi. Nehir kıyısında sıra, sıra restoranlar kafeler olan turistik bir bölgeymiş yazları çok hareketli olurmuş. Bu mevsimde bile kalabalıktı. Yakın olduğu için yürüyerek geldik otele. Otelimiz çok güzel altı restoran, üstü odalar olan butik bir otel. Tek kusuru tarihi bina olduğu için asansör olmayışı. Allahtan bizi karşılayıp asma kattaki resepsiyona yönlendiren Türk garson Tamer sağ olsun eşyalarımızı ikinci kattaki odamıza kadar taşıdı da bir sorun yaşamadık. Trende etrafı seyrederken yemeyi unuttuğumuz sandviçlerimizi de Ren nehri manzarasıyla odamızdaki su ısıtıcısında demlediğimiz çayımızla afiyetle yedik ve ardından etrafı keşfe çıktık. 1 Ocak olduğu için birçok yer kapalıydı vakit de ikindiyi çoktan geçmişti o yüzden fazla uzaklaşmadan yakın çevreyi dolaştık.
Köln’de Noel pazarı yılbaşından sonra da birkaç gün açıkmış, önce orayı gezdik. Diğer kentlerde gezdiklerimizden pek bir farkı yoktu zaten hepsinde mutlaka buz pateni pisti oluyor. Neredeyse çocukların hepsi kaymayı biliyorlar. Oradan çıktık çarşıdan yürüyerek Dom’a geldik. Mağazaların çoğu kapalıydı ama ihtiyaç duyabileceğin her şeyi bulabileceğin kadarı açıktı. Dom katedrali Köln’ün simgesi gerçekten daha önce gezdiklerimizin birçoğundan daha muhteşem bir yapı. Orayı da gezdikten sonra zaten akşam oldu. Suyumuzu meyvemizi aldık otele döndük. Aklınızda olsun suyunuzu sakın büfe ya da tekel dükkanlarından almayın biz ilk geldiğimiz gün o hataya düştük yarım litre suya 2 avro ödedik. Oysa Aldi, Lidl ve bizde de olan Rossman gibi marketlerde 1,5 litre su 0,25 avro bir o kadar da çevre fonu var, yani 0,50 avroya geliyor. Büfeye yarım litre için ödediğin paraya 6 litre su alabilirsin.
Ertesi günü Koblenz’den gelecek arkadaşımız bize Köln’ü gezdirecek onları da bir sonraki yazımda anlatacağım.
Kalın sağlıcakla…